Relaks olalım!
Cumhurbaşkanlığı, pardon, “başkanlık” seçimleri üzerine yapılan fikir jimnastiğine katılmak için hiç hevesli değilim.
“O olmazsa bu olur mu, olur ama o zaman da şöyle şöyle bir niteliği olması gerekir” yollu polemikler, buz üstüne yazı yazmaya benziyor; o buz, ağustosa erimeden kalır mı bilmem? Bu konuda hükûmet yanlısı bir yazarın tesbiti dikkatimi çekti, özetle diyor ki, hükûmet gerilimi sertleştirdi, kutuplaşmayı destekledi ve tabanını birleştirdi fakat seçimden sonra ortamı yumuşatması beklenemez. Niçin beklenemez, çünkü ortamı yumuşatırsa normal idarî ve hukukî süreçler işlemeye başlar. Hükûmetin de eli pancar doğramıyor herhalde, o da soruşturmacılara karşı soruşturmalar açacaktır ki Ağustos’a kadar ayakta kalabilsin. Bunun için -kendi kelimeleriyle yazıyorum bu ibareyi- “Hükümetin sırtını dayayabileceği bir yargı mekanizmasını garanti etmesi lâzım...”
Bir dakika, “sırt dayayacak yargı” nasıl bir şey oluyor, ona bir mim koyup bu önemli tesbitleri daha anlaşılır kılmak için şu “idarî ve hukukî süreçler”i bir aydınlatalım. İmâ ile geçilen o süreçler geçtiğimiz yılın aralık ayında başlayan ve hükûmetin dört bakanını konu alan bir yolsuzluk soruşturmasıydı. Öyle bir soruşturma ki, zan altındaki bakanlar, soruşturma açıldıktan iki gün sonra istifa etmek zorunda kalmışlardı hani... İkinci soruşturma dalgası ise şimşek hızıyla yapılan polis, hâkim ve savcı atamalarıyla engellenmiş, işin daha yukarılara doğru sirayet etmesinin önüne geçilmişti. Yazar, “Hükümetin sırtını dayayabileceği bir yargı mekanizmasını garanti etmesi lâzım...” derken o mekanizmanın -her neyse artık o mekanizma!- henüz garanti altında olmadığını da belirtmiş oluyor.
Daha da anlaşılır bir ifade ile, ağustostaki seçim ilk turda –ve elbette BDP’ye oy vermiş Kürt seçmenlerin desteğiyle- şimdiki Başbakan’ın “başkan” seçilmesiyle sonuçlanmış olsa bile, o idarî ve hukukî süreçler rafta durmaya devam edecek anlamına geliyor bu. Mahallî seçimlerde gösterilen sandık başarısı bile o süreçleri hukuken “keenlemyekûn” hâle getirmediğine ve getiremeyeceğine göre, -ve eğer o esnada hâlâ bir hukuk devleti isek- o dosyalar günün birinde konulduğu raftan inecek; zan altındaki müstafi bakanlar savunma haklarını kullanacak ve adaletin tecellisini bekleyecekler. Şimdiki hâlleri tam mânâsıyla bir el menzile beynel menzileteyn, yani iki menzil arasında muallâk bir yerdir. Ârâfta duruyorlar; istifa ettiler fakat mâsum olduklarını henüz yargı önünde savunamadılar. Ne var ki sadece o bakanlar değil, mensup bulundukları kabineyi yöneten kişi de ârâftadır. Mahallî seçimlerden önceki aylardan başlayıp hâlâ devam eden sertlik ve kutuplaştırma yaklaşımının başlıca sebebi de budur.
Hükûmet yanlısı yazar, bu sıkıntılı durumu son derece net gördüğü ve birkaç gün önce bir muhalefet liderinin ağzından çıkan, “Bu şahsın her türlü şaibeden uzak olması şarttır. Türk milleti kral seçmeyecek, emir atamayacak. Milli kimliğe sahip çıkacak, hakkında hiçbir şaibe olmayan bir isme görev verecektir.” sözlerinin nasıl bir ağırlık taşıdığını iyi fark ettiği için krizi şimdiden önleyebilecek bir teklif getiriyor; teklif şudur: Muhalefet basiret göstersin, itaatkâr bir edâ ile Başbakan’ı desteklesin, zira gerilim de olsa, yumuşaklık da olsa bu zât zaten seçilecektir; öyleyse yiğitlik, yani olgunluk muhalefette kalsın!
Çok ilginç bir tahlil. Bana hemşire hanımların iğneden korkan hastalarına, “Deprenip durma, adalelerini gevşet, olgunluk göster, yoksa daha çok acı çekersin, içeride iğne kırılırsa çok fena olur.” diye şefkatle tavsiyede bulunmasını hatırlatıyor.
Lâfı hayli dolandırdık. Bahtsızın biri büyüklerini kız istemeye yollamış, dönüşte heyecanla bekleyen delikanlıya kötü haber vermişler: “Sana istemeye gittiğimiz kızın dün bir çocuğu oldu!” Bizim için kötü haber şudur: Devlet başkanlığına aday olan kişilerin, seçilecekleri makama şaibe taşımamaları gerekir ve bunu bilmek için siyaset bilimi doktoru olmaya filan gerek yoktur.