Rantistanbul!
Her şehir değişir, fizik itibariyle tazelenir, değişime uğrar; bu kaçınılmaz bir şey. Türkiye’de şehirlerimizin başına gelen şey, açık-seçik ifadesiyle şehirlerin yağmalanmasından başka bir şey değil.
Şehirler, yüksek rant değerleri üretmeye elverişli yerleşim yerleri. Üretilen rantın, yani arazi değer artışından doğan karşılıksız gelirin doğru ve âdil dağıtılmış olması gerekirdi. Rant bölüştürmek ayıp, günah değildir bilakis medenî bir görevdir ve esaslarını kamu otoritesi kurar. Türkiye’de bu kuralları merkezî hükümetin -bayındırlık işleriyle uğraşan bakanlık- ve mahalli idarenin yerinden yürütme birimi olarak belediyelerin koyduğu bilinir. Kural vardır, konulmuştur -ve dikkat- herkesten önce kural koyucular tarafından iğfale uğratılmıştır!
“Doğru ve âdil”; doğru olandan kasıt, şehirlerin gelişime ve değişime açık bölgeleri ile olduğu gibi korunması gereken kısımlarını önceden tespit ve ilan eden merkezî hükümet kararlarıdır; Türkiye örneğinde gördüğümüz şaşırtıcı nokta, hükümetlerin bu esaslar üzerinde sıkça değişiklik yapması ve her değişikliğin -ne yazık ki- şehrin aleyhine unsurlar taşımasıydı. Hükümetler, rant sektöründen geçinen çevrelere karşı belirli bir prensip üzerinden direniş gösteremedi ve bu çevrelerin taleplerine boyun eğmek zorunda kaldı. Şehirlerin şimdiki hâli ile elli sene önce yapılmış nâzım planları arasındaki korkunç fark yeterince tasvir edicidir. Durum ürkütücü bir vaziyet gösteriyor: Yeşil alanları, rant sektörünün lehine daraltan, yolların istikametlerini değiştiren ve kulvarlarını baskı altına alan sözde imar hareketleri, şehirleri birbiri üzerine yığılmış, ancak atmosfere doğru yükselmek veya yerin altına girmekle biraz kımıldayabilen, aşırı kalabalık merkezler hâline getirdi. Yıllarca, daracık parsellere bölünerek yapılaşmaya açılan yeşil sahalara acımadan, titremeden mesken yapılırken, kaçağa göz yumulurken bırakınız park, pazar yeri, cami, okul gibi ihtiyaçlar, meskenlerin birer otoparka sahip olması gerektiği bile kulak ardı edilmiştir.
Neticesi İstanbul’dur; bugün İstanbul’da trafiğin normal seyrinde aktığı anlarda insanlar neredeyse tedirgin oluyorlar; çünkü alışıldık bir hâl değildir. Bir ara sokakta tek araç park edecek yer bulabilenler aynı şaşkınlığa kapılıyorlar; çünkü bu mucizevî bir andır ve İstanbul ne zaman tıknefes olup kalacağını bilmeden, geçen günü kârdan sayarak geleceğe yol almaya devam ediyor.
İki sorumlusu var bu neticenin: Merkezî ve mahallî idareler, yani hükümetler ve belediyeler. Kural koymak ve kuralın işlemesini sağlamak onların göreviydi, ihlâlleri cezalandırmak kezâ. Her iki mercî de, oy kaygısı yüzünden, inşaat sektörünü darıltmamak, gecekondu sâkinlerini ürkütmemek endişesiyle günü kurtarmaya baktılar ve kendi kurallarını yine bizzat kendileri ihlâl ettiler. Bu süreç, bir zamanlar yakın tarih içinde olup bitmiş, sona ermiş bir süreç değildir; parti ve fikir ayrılığı tanımadan bütün hükümetler ve belediyelerde hâlâ devam ediyor.
Türkiye, ekonomik büyümesini inşaat sektörünün omuzlarına yüklemekle iki tarafı keskin bir bıçağı avuçlarıyla kavramış oldu. İnşaat sektörünü büyüme ve kalkınmanın lokomotifi yapmak, bu yolla şehirleri doğru yönlendirmek ve bir medeniyet tasavvurunun hayata geçtiği yerler olarak güzelleştirmek bakımından fevkalâde elverişli bir fırsattı; bu fırsatı kullanamadık, hebâ ettik ve etmeye devam ediyoruz. İkinci nokta, sivil siyaset ile inşaat sektörü (daha genel planda yüklenicilik sektörü) arasındaki ilişkilerin tabiatıdır. Bu ilişki, genel mahiyeti itibariyle hükümetlerin ve belediye yönetimlerinin aleyhine tecelli etti ve rant yönetimi konusunda kamu gücünün âdil ve doğru esaslar koymasını fiilen engelledi. Öyle ki tek parti idaresi de dâhil olmak üzere, şehirlerde icat edilen yüksek rant sömürüsünden pösteki kapma kavgasında müstağni durabilmiş tek hükümete bile rastlayamıyoruz. Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”sında, yeni Ankara kurulurken parti kodamanlarının nasıl gayrimenkul spekülasyonlarına giriştiğini acı bir dille anlatır; o zamandan bugüne değişen şey rant sektörü ile siyasi kurumlar arasında daha karmaşık ve samimi hâle gelen ilişkiler yumağıdır; buna mukabil şehirlerimiz gittikçe daha berbat, çirkin ve yaşanılır olmaktan çıkan yerler hâline geliyorlar. Bu süreç durmuyor, devam ediyor ve yakın tarihte değişeceğine dair bir işaret görülmüyor.
Naçizâne benim tezim kısaca şudur: Şehir kurmak ve yönetmek, medenî bir kabiliyettir; hak edilmemiş kazanca karşı tok durmak ise ahlâkî bir meziyet!
Çok şey mi bekliyoruz; evet, çok şey bekliyoruz!