Ramazan mahmurluğunda kitaba yatmak
Nihâl Atsız, bizim gençlik kuşağının efsânesiydi. Onun Türkçü geçmişi, bir kahramanlık hikâyesi gibi dilden dile gezerdi. Atsız'ın bir ilim adamı sıfatıyla önemli tarih tetkiklerine imzâ atmış olduğunu ise ölümünden sonra yayınlanan "Atsız Armağanı" isimli eseri incelerken farketmiştim.
Nihâl Atsız'ın "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı kitaplarının aynı kapak altında birleştirilmiş baskısını bir gecede okumuştum; sayfasını hatırlamıyorum ama bir gecede bitirilmesi müşkül derecede kalın bir kitaptı. Yemek için zaman ayırmayı bile lüzumsuz gibi gösteren o tatlı okuyuşları şimdi hasretle hatırlıyorum.
Nihâl Atsız, bizim gençlik kuşağının efsânesiydi; şiirlerinin haylicesini ezbere bilirdik. Onun Türkçü geçmişi, bir kahramanlık hikâyesi gibi dilden dile gezerdi. Atsız'ın bir ilim adamı sıfatıyla önemli tarih tetkiklerine imzâ atmış olduğunu ise ölümünden sonra Ötüken'in yayınladığı "Atsız Armağanı" isimli hacimli eseri incelerken farketmiştim.
İşte o günlerde kulaktan kulağa yayılan bir hayıflanma haberini hatırlıyorum, "Duydunuz mu Atsız'ın oğlu komünist olmuş!" Atsız gibi bir adamın oğlu nasıl komünist olabilirdi? Evlâtlarına söz geçiremeyen baba hikâyelerinden henüz haberimiz yoktu; üstelik sonraki yıllarda Yağmur Atsız ismini Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı olarak görmemiş miydik; oğluna değil Atsız'a üzülmüş, zihnimizdeki Atsız büstünün biraz epridiğini farketmiştik.
Yağmur Atsız ismiyle yakın zamanlarda Türk Edebiyatı dergisi ve Tercüman gazetesinde yeniden karşılaştık. Bizim zihnimizdeki "Komünist evlât", hiç de o bildiğimiz komünistlere benzemiyordu; millî meseleler karşısında fevkalade hassas, husûsen Türkçe dâvâsında tavizsiz münevver çehresiyle Yağmur Atsız bizi bir kere şaşırtmıştı.
Şimdi, o "hayırsız evlâd"ı daha yakından ve elbette daha aslına sâdık çizgilerle tanımak için yeni bir vesile var. Yağmur Atsız, hâtıralarını, "Ömrümün İlk 65 Yılı" başlığı altında yayınladı. Kitaptaki yazılardan bir kısmını Türk Edebiyatı dergisinde okumuş ve beğenmiştim ama Türkçe'nin yazılı imlâsı konusunda gösterdiği bükülmez sertliği yadırgamıştım. Meselâ Osmanlıca'da "dal" ile yazılan ama günümüz Türkçesinde sertleşerek "t"ye dönüşen takıları Atsız, titiz bir inatla eskisi gibi yazıyordu: "Açmıştım" yerine "açmışdım", unuttum yerine "unutdum" gibi. Yeri gelmişken kıymetli bilginimiz Mehmet Sait Hatiboğlu'nun da yazılı imlâda şahsi kriterlerini inatla savunduğunu belirtmeliyim. Hatiboğlu Hoca, ayrı yazılması gelenek olan soru eklerini, anlamı bozmayacağı gerekçesiyle bitişik yazıyor ama "dahi" anlamına gelen "de ve da" eklerinde geleneğe riayet ediyor. Benim kanaatim galat-ı meşhûrun lugât-ı fasihden evlâ olduğu merkezindedir ama yine de bu şahsi tutumları tartışılır bulduğumu belirtmeliyim.
Yağmur Atsız'ın üslûbu çok tatlı ve akıcı, Türkçe'ye vâkıf; Türkçe'yi, "eskidir, anlaşılmaz" endişesiyle tasarruf ederken sağa-sola bakındığımız kelime ve cümle kalıplarını dışlamak yerine tatlı üslûbu içinde pek tabîi bir akış ile kullanıyor. Hele ecnebîlerin "humour" adını verdiği ve "insanın kendisiyle dalga geçebilme kabiliyet ve itminânı" diye tercüme edilebilecek şirin ve haylaz edâlı tasarrufu ise Türkçenin zevkine varmak isteyen okuyucunun pek seveceği türden. Hatıralar, herbiri vesika kıymetini haiz fotoğraflarla zenginleştirilmiş ama daha güzel tarafı, Yağmur Atsız'ın yaşadığı "ilk 65" yılın arka plânında tasvir edilen dekor bilgisinin samimiyeti ve sahiciliğidir.
Kitap Türk Edebiyatı Vakfı tarafından yayınlandı.
Ötüken yayınları, bildiğim kadarıyla sanat tarihi konulu yayınlara pek iltifat etmezdi; geçenlerde postadan çıkan "Bir Osmanlı Mucizesi, Mimar Sinan" başlıklı kitabı görünce çok sevindim ve meraklandım. Kitap, yayın âleminde "prestij kitabı" denilen türün lâzımelerini yerine getiren cinsten mukavva kapaklı, kuşe kağıda basılmış; eser, Kerkük Meselesi'ni Türkiye gündemine getiren yazılarıyla tanıdığımız Suphi Saatçi'nin imzasını taşıyor. Bu kitap esas itibariyle Mimar Sinan'ın hatıralarını kaleme aldığı Tezkiretü'l-Bünyan isimli yazma risâlenin sayfa be sayfa renkli filmlerini, Latin alfabesiyle verilmiş orijinal metnini, yazar tarafından yapılan sadeleştirilmiş metni ve konuyla ilgili renkli minyatürleri ihtivâ ediyor.
Bu kitabı bir solukta okuyup bitirdim desem yalan olmaz çünkü sanat tarihine amatörce ilgili biri sıfatıyla Mimar Sinan'ın kaleminden çıkmış hayat hikâyesini, özellikle metin üslûbunu çok merak etmiştim. Hemen ifade etmeliyiz ki Tezkiretü'l-Bünyân, batılı edebiyatta rastlamaya alıştığımız cinsten detaylı bir metin değil, kısa. Hâliyle tam bir hayat hikâyesi olmaktan ziyade bir nevi icmâl (özet). Kendi ifadesiyle bir asrı aşkın ömrü müddetince "80 cami, 400'den ziyade mescid, 60 medrese, 32 saray, 19 türbe, 7 darülkurra, 17 imaret, 3 darüşşifa, 7 köprü, 15 suyolu kemeri, 6 mahzen, 19 han ve 33 hamam" inşâ etmiş bir mimarlık dehâsının onca bina içinde hangilerini kayda değer bulup anlattığı da ayrı bir merak konusuydu. Tezkiretü'l Bünyan, dört başı mâmur bir Sinan biyografisi sayılmamalı ama bir tarih vesikası olarak emsalsiz bir değer taşıyor.
Mimar Sinan'ın eserleri ile ilgili en ciddi ilmi yayın, Sanat Tarihçisi ve Mimar Abtullah Kuran'ın 1986'da Hürriyet Vakfı tarafından yayınlanan "Mimar Sinan" isimli eseridir. Bu kitabı vaktiyle edinmem mümkün olmadı ama hatırladığım kadarıyla Sinan'ın eserlerini aslına en sâdık derecede kataloglayan ilmi çalışmadır. Bu eserlere rağmen Sinan'ın nasıl çalıştığı, nasıl düşündüğü, nasıl tasarladığı konusundaki sualler hâlâ muâllaktadır çünkü ne yazık ki geleneğimiz, sanatçılarımızın yeterli derecede biyografik portrelerinin çizilmesine elverişli malzeme sağlamak konusunda pek hasis davranıyor. Sinan'ı sadece ayakta kalmış eserleri, Tezkiretü'l-Bünyân'ı ve o zamanlardan kalmış kulaktan dolma efsâneleri ile tanıyabiliyoruz ve bu tanımanın yetersizliği ortadadır.
Aynı günlerde Taschen Kitabevinin yayınladığı Leonardo da Vinci kitabını incelerken farkettim ki batıda sanatkârlara ait pek çok tarif edici malzeme korunmuş ve incelemelere konu teşkil etmiş. Leonardo'yu anlamamızı sağlayan sadece tamamlanmış tabloları değil, el yazmaları, eskizleri, yarım kalmış çalışmalarıdır ama -yanlış bilmiyorsam- Sinan'dan bugüne tek çizim veya taslak kalmış değil. O kompleks mimarlık eserleri ince ince hesaplanıp tasarlanmadan inşâ edilemeyeceğine göre Sinan'ın kağıt üzerine bıraktığı düşünce izleri şimdi nerelerdedir dersiniz?
Suphi Saatçi'yi ve Ötüken Yayınevi'ni kutlamak lazım çünkü okuyucu kitlesi az bir alanda pek şık bir yayına imza koymuşlar. Keza bu eser, eski dille kaleme alınmış bir metnin nasıl yayınlanması gerektiği hakkında da pek anlamlı bir örnek teşkil ediyor. Üç safhalı bir cevap bu: Evvela asıl metnin okunaklı fotokopisi, ardından metnin Latince metni ve sonunda herkesin bir mâna çıkarabilmesi için sadeleştirilmiş şekli.
Günün birinde bir mahzende unutulmuş bir sandıktan Sinan'ın eskizleri çıkıverse, ne güzel olurdu?