Pusu?

Kenan Paşa’nın yaptırdığı anayasa, velev ki bir cumhurbaşkanı tarafsızlığı elden bırakıp bir siyasi parti lehine tavır alması halinde hangi anayasal uzvun ne yapması gerektiği konusunda bir şey söylemiyor.

Bizde anayasaların kaderidir: 1924 Anayasası, Atatürk’ün ebediyen başta ve CHP’nin daima iktidarda kalacağı varsayımı üstüne bina edilmişti; 24 Anayasası’nın Cumhurbaşkanı’na ve yürütme uzvuna verdiği yetkileri Demokrat Parti kullanınca askerler DP’yi devirerek “olmaz öyle şey” dediler. Atatürk’ün anayasasını beğenmeyip (!) yenisini yaptırdılar. Kenan Paşa ise 83 seçimlerinden birkaç gün önce, “Oylarınızı Horoz Partisi’ne verin netekim” deyince yine hiçbir şey olmadı fakat seçmen sandıkta horozlandı ve rahmetli Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni tarihe gömdü. Kenan Paşamız ise 12 Eylül sanığı hâlâ. Şu anda demokrasi mahallesinin en çirkin abisi o. Herkes aklandı da darbecilikten yargılanan bir o kaldı; yazık adama!

Derken aklıma takıldı, 2008 Mart’ında AKP’ye ‘temelli’ kaydıyla, “Google iddianamesi” adıyla hukuk tarihimizin matrak sayfaları arasında yerini alan davayı hatırladım; acaba partileri leblebi gibi harcayan Yargıtay başsavcısının yetkileri arasında böyle bir şey var mıydı? Yargıtay Kanunu’nu okudum, kestirmeden söyleyeyim; yok! 2010’daki meşhur anayasa değişikliği referandumunda parti kapatma maddesi zorlaştırılmış ama CB’nın tarafsızlığı terk etmesi ihtimâli o gün de kimsenin aklına gelmemiş. Siyasi hukukumuzun orta yerindeki bu vahim boşluk hâlâ duruyor. Yeni cumhurbaşkanına, “Yemin ettikten sonra artık tarafsız davranmayabilirsiniz” aklını veren partili hukukçuların ‘ilhâm’ı bu boşluktan aldıkları açık! Ne içtihad ama...

Sözü, cumartesi günü yaşanan Ağrı’daki çatışmaya getireceğim fakat girizgâh uzadı. ‘Bayram değil, seyran değil; bu silahlar niçin ateşlendi?’ sorusunun tek cevabı var: seçim süreci. HDP’ye kamuoyu desteğinin, iktidarı huzursuzlandıracak derecede ciddi oranlara yaklaştığı anlaşılıyor ve bütün alâmetler bunu gösteriyor. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve iktidar sözcülerinin (Troller de dahil) günlük söz ve davranışlarını takib ederek siyasi ibrenin nereye doğru kaydığını ölçmek mümkün. HDP’liler, “İkinci Silvan olayı yaratılmak istendi. 15 askeri oraya öldürülsünler diye pusuya yolladılar” diye iddia ediyor ve meseleyi çözümün sabote edilmesi olarak yorumluyorlar. Hükümet sözcüsü ise ‘Silahların gölgesinde seçim olmaz’ diyerek sözü uzatmadan hemen konunun kalbine iniyor. Her hâl ü kârda bu çatışmanın seçmen davranışlarını etkilemek ve muhtemelen MHP’ye doğru yönelen milliyetçi oyları toparlayarak, HDP’ye meyil gösteren sempatiyi engellemek için düzenlendiğini iddia edemeyiz lakin o maksada hizmet ettiği âşikârdır. Belirtiler öyle gösteriyor şu an itibariyle…

Böylece “Analar ağlamasın, silahlar gömülsün” edebiyatının arkasında sahici ve samimi bir niyet olmadığı açığa çıkıyor. Hükümete göre çözüm, insani ve milli bir mesele değil ancak sandığa olumlu aksettiği takdirde ciddiye alınacak bir fikirdir; yeri gelince gayet hümanist, evrensel bir barış dili; gerekmediğinde ise MHP’lileri bile duygulandıracak derecede hamâsî, milliyetçi bir retorik. Görülüyor ki bu zıtlığı bir arada tutup yönetmek, hükümet için artık inandırıcı olmaktan çıktı ve seçime giderken iktidarına büyük bir sıkıntı veriyor. Kendi kavillerince haklılar, çünkü seçimi kaybetmek onlar için hemen her şeyin kaybı anlamına gelebilir.

HDP sözcülerinin, “İkinci Silvan yaşansın diye 15 askeri oraya pusuya attılar” iddiası inşallah doğru değildir fakat yakın zamanlardan beri böyle Alicengiz oyunları siyasetin ‘fıtrat’ına girdi. 30 Mart seçimlerinden birkaç gün önce ortalığa düşen o inanılmaz ses kaydındaki cümle hâlâ hafızalarda: “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderip, 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim” cümlesi hâlâ yalanlanmadı.

Önce Çağlayan baskını, ardından FB otobüsüne suikast ve şimdi de Ağrı hadisesi. Allah devamından esirgesin!


Kaynak (Arşiv)