Puslu ve mutsuz Avrupa’nın aşırı sağcıları
Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki “aşırı sağcı” Millî Cephe, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şaşırtıcı bir yükseliş kaydederek oylarını yüzde 19’a çıkardı ve üçüncü parti durumuna geldi. Bu haber, çoğumuz için anlamı belirsiz bir mahiyet taşıyor. Çünkü biz, sağ ve sol kavramlarını Türkiye’de kabul gören karşılıkları üzerinden algılıyoruz.
Türkiye’de sağın varlık sebebi, kabaca tek parti rejiminin uygulamalarına duyulan tepkinin ifadesidir. Tek parti rejimi, buyurgan ve toptancı karakteri ile iktidar seçkinlerinin toplumu biçimlendirme hakkını elinde bulundurduğunu savunmuş, her türlü muhalefeti ise düşmanlık, bozgunculuk, hatta vatan hainliği sayarak büyük bir gayrimemnunlar kitlesini karşısına almıştı. Tek partiye, otoriter yönetime, toptancı ve jakoben yönetim anlayışına tepkinin Türkiye’de sağ diye nitelenmesi yanlıştı. Cemil Meriç, taşları yerine şöyle oturtuyor:
“Önce burjuvazinin bayrağıdır sol, sonra dördüncü sınıfın… Hürriyettir, terakkidir, müsavattır. Sağa türbedarlık düşer; türbedarlık, yani ezeli değerlerin bekçiliği. (...) Sağ, daima çekingen, daima korkak, daima sevimsizdir. Çekingendir, çünkü maziyi temsil eder; maziyi, yani keyfiliği, kanunsuzluğu. Korkaktır, zira kanlı imtiyazların ve karanlık istismarların mirasçısıdır. Sevimsizdir, hangi mezarlığı ürpermeden seyredebiliriz? Avrupa’nın son iki yüz yıllık tarihi, sol’un zaferleri, sağ’ın hezimetleri tarihidir (...) Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa’da günahlarından arınır. Bizde de kasideler döşenilir, nazenine. Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin ‘günahkâr tekesi’dir; kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batının en gerici partileri bu menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur. Sağ: Türkün âlicenaplığı… Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçısı, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır.”
Avrupa’da hakaret ifadesi sayılan sağ’ın, bizde mazlum ve gadre uğramış kitleler tarafından sahiplenilmesi ilginçtir. Oysaki Cemil Meriç’in tesbitine göre tek parti rejimine duyulan muhalefetin rengi sağ değil, sol olmalı, statükoyu ve rejimi savunanlar sağcı sayılmalıydı.
Sadece Fransa’da değil, orta ve kuzey Avrupa’da aşırı sağ bariz bir hareketlilik ve yükseliş içinde. Bunun anlamı bana göre şöyle izah edilebilir: Avrupalı, dünya ekonomisinde liderliği kaybettiğinden bu yana Avrupalı seçmen hoşnutsuzluğunu sosyalist ve Marksist partilere yönelerek değil, bilakis saçmalığın daniskası gibi görünen, yer yer ırkçılığı savunan aşırı sağcı partileri destekleyerek göstermek eğiliminde. Avrupa’da sosyalist ve Marksist partiler, Türkiye’de olduğu gibi Soğuk Savaş yıllarında devrimci şiddeti destekleyip dağlarda gerilla savaşı başlatmak gibi saçma-sapan yaklaşımlarla geçirmediler; merkeze yaklaştılar, barışçı politikalar takip ettiler, siyasette risk üstlenip meşrû yoldan iktidar mücadelesi yaptılar ve böylece bütün efsunları kayboldu. Artık büyük beklentilerin adresi olmaktan çıktılar, sisteme entegre oldular; entelektüel ve legal bir çizgi benimsediler. Aşırı sağ, vaktiyle Marksist solun vaat ettiği öfkeli muhalefeti ve devrimci mucize çizgisini temsil etmeye başladı. Orta sınıfa yayılan işsizliği göçmen işçilerin varlığına bağlayarak “Yoksulluğumuza göçmenler ve yabancılar sebep oluyor” edebiyatı yapan aşırı sağ, yarına yönelik beklentileri gittikçe matlaşan durağan Avrupa için belki tek heyecan kaynağı olarak yalnız kaldı. Destekçileri Avrupalı aşırı sağda, “Yemeğini yemezsen, bu amca gibi olursun!” benzetmesindeki menfi karakteri görüyorlar ve galiba sistemin kalıcı aktörü durumundaki merkez partilere, aşırı sağ partilerle gözdağı veriyorlar. Resmen gözdağı...
Peki, aşırı sağ teveccühünün ardında hakikaten “aşırı sağcı” beklentiler olabilir mi? Irkçılık, yabancı düşmanlığı, otoriter yönetimlere duyulan özlem anlamında bir beklentiden söz ediyorum; mümkün ama abartılacak oranda değil. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, bütün otoriter yönetim felsefelerinin Avrupa mahreçli olduğunu unutmuyoruz. Avrupa, her iki dünya savaşının çıkışına zemin olan, sâbıkalı ve lânetli bir kıtadır. II. savaştan ve özellikle Sovyet blokunun çökmesinden sonra Avrupa’nın demokrasiye yönelmesi, AB gibi idealist bir projeye gönül vermesi, bir noktada Avrupa’nın utanç dolu tarihi karşısındaki derin mahcubiyetidir.
Aşırı sağ Avrupa’da yükseliş hâlinde; ekonomik durağanlık ve tarihin kıyısına itilme psikolojisini besleyen işaretler devam ederse iktidara bile gelebilirler diye düşünüyorum.