PKK'yla savaş, Kürtlerle barış
Mesele daha öncesine kadar uzanıyor fakat Cumhuriyet idaresinin Kürt itirazlarını silah zoruyla sindirip itaat ettirme politikası 1924’ten beri aralıksız devam ediyor. İrili ufaklı 20’den fazla kere Kürtler, dertlerini silahla anlatmak yolunu seçtiler; devlet de her defasında bu kalkışmaları ‘isyan’ sayarak güvenlikçi mücadele yolunu seçti.
90 seneden beri silahlı mücadele bir yere varmadı. ‘Kim kazandı, kim kaybetti’ diye bir hasar raporu düzenlemenin mânâsı yok; herkes kaybetti. Silahlı mücadelenin şöyle bir sıkıntılı sonucu var: Ülkenin vatandaşı durumundaki insanlara karşı kazanılacak bir zafer yok; her hâl ü kârda Türkiye kaybedecekti ve öyle oldu.
Bunun tek istisnası AKP’nin açılım ve müzakere yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın ana çizgisi itibariyle doğru olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Ne var ki önemli bir usûl yanlışı yapıldı: ‘Kürtler’ adına sadece PKK muhatap alındı. Cumhuriyet’in bütün Kürt yurttaşlarının PKK’nın emrine ve siyasetine tâbi olduğu zımnen kabul edildi böylece.
PKK sadece Kürt hakları savunucusu değil; 30 yıllık süreçte uluslararası politik bir aktör hâline geldi. Büyük güçlerin ve bölge devletlerinin kullanımına açık ‘Operasyonel güç’ niteliği kazandı. ABD’nin Türkiye sınırları içindeki PKK’lıları terörist, Kobani’dekileri hürriyet savaşçısı sayarak bu ayrım üzerine siyaset kurması en bâriz delildir. PKK bu avantajını kaybetmek istemedi. Ayrıntılarını hâlâ bilemediğimiz şaşırtıcı bir strateji değişikliği ile seçim sonrasında yükselen çatışmanın tarafı olmayı kabullendi. Kışkırtıcı pusu ve cinayetlerle terör eylemlerini yükselterek iktidarın ‘şahin’ kanadına destek verdi.
Açılım müzakerelerinde Türkiye Kürtlerinin tabii sözcüleri, toplum önderleri muhatap kabul edilmeliydi oysaki. PKK’nın partner seçilmesiyle sanki bütün Kürtler PKK’nın tebaasıymış gibi bir fiilî kabul oluştu.
Yapılması gereken açıktır. Kürt toplumunun tabii sözcüleriyle açılım politikalarının devam ettirilmesi ve silahlı çözümde direnen PKK’nın silahla caydırılması.
Türkiye’nin şahinleri, PKK’nın silahla dize getirilebileceğini öne sürüyorlar. Otuz yıl içinde bu varsayımın doğrulandığına hiç şahit olmadık. Şimdi madem barış yolu buzdolabına kaldırılmıştır, öyleyse, şahinlerin tabiriyle ‘inlerine’ girilmeli, dağda tek eli silahlı adam kalmayıncaya kadar güvenlikçi yaklaşım dirayetle yürütülmelidir.
Ancak bir şartla; aynı zamanda iktidar, MHP dâhil bütün siyasi partileri projeye ikna ederek barış masasına Kürtlerin tabii önderlerini davet etmeli ve şimdiye kadar taksit taksit ve lütfen bahşedilen kültürel haklar, kesinlikle pazarlık konusu yapılmadan hemen ve ‘def’aten’ tanınarak müzakereye başlanmalıdır.
PKK siyasi çözüme isteksizliğini açıkça gösterdi fakat PKK’ya duyduğumuz nefret, diğer Kürt yurttaşlarımıza yansıtılmadan barış masasının ayakları güçlendirilmelidir. ‘Siyaset’ bunun için var; seçimlerde kazançlı çıkmak için desise çevirmek için değil.
Cumhuriyet, kendi vatandaşlarını potansiyel terörist veya ayrılıkçı olarak göremez; devletin varlık sebebi vatandaşlarının güvenini sağlamaktır ve doğru siyaset uygulanırsa başarılı olmamak için sebep yok.
Terörü desteklemeyen Kürtleri ‘barış’la kazanmak hâlâ mümkün; fakat barış masasının kurucusu kim olacak? Seçim başarısızlığını hazmedemeyip masayı deviren ve çatışmaların yükselmesine yol açan birinin ‘davet sahibi’ olması ne kadar inandırıcı olabilir? Çözüm onun dışında olacak; tabii bir anda iç aydınlanmasına uğrayıp hidâyet’e erişmezse... O ihtimâl artık mümkün görünmüyor, çünkü o bütün hayat gıdasını çatışmadan ve toplamsal gerginlikten devşiren biri.
Barış yapmalıyız ve barıştan ümidimizi kesmemeliyiz. Çatışmadan değil, bir arada yaşamaktan yana olmalıyız. Siyaseti, devleti katakulli ile ele geçirmek için değil, problem çözmek için yapanları desteklemeliyiz.
Savaşsa savaş ve barışsa barış! Biz ikisinin de tam mânâsıyla üstesinden gelemeyip yüzümüze bulaştıran bir noktaya mıhlandık.
Kamu otoritesine karşı silah çeken mutlaka caydırılmalı ama barışı dileyenlere yol açılmalıdır. Bu uğursuz süreç bitsin artık!