Peki, darbe sağdan gelseydi?..

Genç bir okuyucu, kimselerin aklına gelmeyen bir sual sordu. Meâlen özetliyorum: “Eğer, genel hatları itibarıyla sağ cenahtan bir darbe gelseydi, biz yine o darbeye karşı çıkar mıydık?”

Böyle bir sorunun kimsenin aklına gelmemesini tabii karşılamalı; yapılan veya teşebbüs halinde kalan darbeler nihai tahlilde “sağ seçmen”i siyasi karar yerlerinden uzaklaştırmayı amaçlamıştı; başta bizzat darbeciler olmak üzere bütün tarafların bu husus üzerinde ittifak edeceklerini sanıyorum. Böyle olunca, “Sağ darbeye muhafazakârlar nasıl tepki gösterirdi?” sorusu da pek akla gelmiyor. Sualin imâ ettiği durumun tarihte kaydı yok, o yüzden zihnî, (fiktif, hayâlî) bir nitelik taşıyor.

Verdiğim cevap kısaydı: “Doğru hedeflere doğru vâsıtalarla ulaşmak gerekir. Bizler için usûl meselesinin esastan önce gelmesi bu yüzdendir. İktidar mücadelesinde usûl, esasın bizzat kendisidir” dedim. Kabul ediyorum ki bu hükmüm, geride bıraktığım 60 yılın kıvamlandırdığı bir hayat görüşünün sonucu. Aynı soru, bir emrivâki şeklinde 12 Eylül 1980 Cuma gününün sabahında karşıma çıksaydı, nasıl düşünüp tepki vereceğimi hatırlamaya çalışıyorum.

12 Eylül Cuma gününün seherinde, Polatlı’daki Topçu ve Füze Okulu’nun tâdât meydanında 200 kişilik bölüğe darbeyi duyuran yüzbaşı, milliyetçi ve sağ eğilimli askerlerin başarılı bir darbeyle yönetime el koyduklarını haber verseydi herhalde önce şaşırır, sonra da memnun olurdum. Sebebi şu; o günler ideolojik kamplaşmanın çok sert olduğu zamanlardı ve “ötekiler” yerine “bizimkiler”in ülkeye hâkim olduğunu duymak, açıkçası hoşuma giderdi (Neyse ki darbeyi yapanlar ne ötekiler, ne de bizimkilerdi ve galiba ordu içinde bizimkiler diyebileceğimiz bir klik hiç olmadı!); onbeş gün geçtikten sonra anlayabildik ki darbeyi “tarafsız” paşalar, hiyerarşik komuta düzeni içinde yapmıştı. Günün şartları itibarıyla buna bile memnun olduğumu söyleyebilirim. Darbenin galipleri sol tandanslı olsaydı muhtemel sonuçlarını tasavvur bile edemiyorum çünkü.

Darbe şokunun getirdiği sükûnet, daha doğrusu normal asayişin sağlanmış olması, zihinleri durulttu, sert ideolojik kabullere bu zoraki fikrî perhiz iyi geldi. Serbest düşünebilme imkânları doğdu ve problemleri algılamakta yeni kriterler edinebildik.

Demokrasi benim için kutsal değil, doğru kullanıldığında işe yarayan bir araç; o yüzden yaradılış icabıyla demokrat bir ruha sahip olduğum için bütün darbelere karşı olmamız gerektiğini ileri sürmüyorum. Zaman içinde usûl-esas arasındaki ilişkilerdeki ahlâki tutarlılık daha çok dikkatimi çekti ve benim için önem kazandı. Meşrûluk, esasla usûl arasındaki beraberliktir. Bu meselede esas olan iktidarı elde etmek ise –ki öyle- darbeyle, yalan dolanla, kışkırtma veya tehditle iktidara ulaşmanın doğru olmadığı kanaatini taşıyorum şimdi.

Başkalarının ölçüsünü bilemem; benim şahsî değerler sıralamamda “iktidar” ilk sırada yer almıyor. En üste koyduğum değer ve değerler için “amaç-araç” veya usûl-esas ilişkisi hayâti derecede önemlidir. Usûl yanlışı, esasın özünü de mahveder. Bu değerlere göre “hakkı teslim etmek, doğru söylemek, emanet ehli olmak” gibi hasletlerde usûl ve esas kavramları iç içedir. Yalan üzerine hakkaniyet binâ edilemez, haramla binâ kurulamaz, aldatarak sadâkat tesis edilmez, zulümle merhamet bir arada durmaz, darbenin de iyisi kötüsü olmaz.

Genç okuyucuma bu ilginç suali için teşekkür ediyorum; beni, yaşadığım zamandan geriye doğru bir tutarlılık hesaplaşmasına sevk etti. Taşıdığım ve artık terk ettiğim değerleri yeniden gözden geçirme fırsatı buldum, kendimle yüzleştim ve gençliğimdeki düşünce ârızalarını gördüm. İyi oldu.


Kaynak (Arşiv)