"Pat" diye gelen bir depremin derûnundaki "ilm-i hâl"imiz
3 Temmuz 1999 tarihinde yine bu sütunlarda "Devlet ve Bilim İlişkileri tarif edilmelidir" başlığı altında ilimle devlet arasındaki mesafeyi yeniden gözden geçirmeyi teklif eden bir yazım yayınlandı;
bu yazıda "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" vecizesini dağlara taşlara yazmamıza rağmen "devlet aklı"nın siyaset üretip karar verirken kendini ilmî verilere itaat etmek zorunda hissetmediğinden bahsetmiştim. Din ve devlet ilişkileri söz konusu olduğunda devlet "dinî bilgi"yi güvenilmez buluyor, buna mukabil "ilmî bilgi"ye daha fazla itibar edilmesi gerektiğinden dem vuruyordu ama devletin nasıl düşündüğü ve nasıl karar verdiğini anlamak için kısa bir araştırma yapıldığında hemen farkediliyordu ki devlet, aslında kendini "ilmî bilgi"ye itaat etmekle mükellef saymıyor, daha doğrusu canı nasıl isterse öyle davranıyor ve işin daha vahimi "devlet aklı"nın düşünce vetirelerinin sorgulanmasından da hazetmiyordu. Bu durumda "ilmî bilgi", devletin sadece "dinî bilgi"yi yermek için kullandığı bir araç derekesine iniyor ama gariptir ki aynı devlet yeri geldiğinde "dinî bilgi"ye de siyaseten kullanışlı olduğu yerlerde sarılmaktan geri durmuyordu.
Deprem felaketi ertesinde yayınlanan gazetelere yeniden göz atarken o gün dikkatimden kaçmış ilginç bir röportajla karşılaştım: 19 Ağustos 1999 tarihli Zaman'ın 7. sayfasında yayınlanan bu sohbette gazeteci Hakan Yılmaz, Türkiye'nin sayılı deprem uzmanlarından Nusret Sancaklı ile konuşuyordu. Nusret Sancaklı ismini daha önce duymadığınızdan eminim çünkü kendisi, depremden sonra birden bire medyatikleşiveren uzman gürûhundan sayılmıyor.
Ve esasen şu anda Ürgüp'te halıcılık ve turizm işiyle meşgul bulunuyor!
0.7'lik farkın hesabını kim verecek?
Depremin ilk iki günü boyunca Kandilli Rasathanesi'nin açıkladığı Richter ölçeğine göre 6.7 rakamı, ertesi gün 7.4 olarak düzeltilince zihnim bulanıvermişti zaten. Depremin ilk günü bir televizyon kanalı Kandilli Rasathanesi'nin başkanı Sayın Işıkara'ya bağlanarak Amerikalı deprem uzmanlarının ısrarla 7.4 rakamını telaffuz ettiklerini, aradaki 0.7'lik farkın nasıl izah edileceğini soruyordu; sayın Işıkara, şu anda ayrıntılarını tam hatırlayamadığım bir gerekçeyle Amerikalıların yüzey gerilimini ölçtüklerini, kendilerinin ise daha sağlıklı ve yakın bulgulara dayandıklarını söyleyince Işıkara'ya inanmış, hatta Amerikalı uzmanların çuvalladığını düşünerek bundan hafif bir keyif payı bile çıkarmıştım. Daha sonra neler oldu ise depremin şiddeti 7.4 olarak tescil edildi ve ilk günlerin herc ü merci içinde bu çok dikkat çekici ayrıntı unutuldu gitti. Başta siyasiler olmak üzere müteahhitlere, Kızılay'a, "yorgun" bürokratlara demediğini bırakmayan Türk basını, 0.7'lik farkın hesabını sormayı unuttu gitti. Sayın Işıkara, popülaritesinden zerre kaybetmeksizin o ekran senin, bu ekran benim halkı "bilgilendirmeye" devam etti ve hatta ben sayın Işıkara'nın öngörüsüyle 19 Ağustos'la 20 Ağustos'u birbirine bağlayan o meşhur geceyi, milyonlarca İstanbullu ile birlikte Avcılar'da bir kaldırımda geçirdim.
Richter'e göre 6.7 şiddetinin üzerine ilave edilen 0.7'lik farkın, depremin eziciliğini kaç kat artırdığını bilmiyorum ama herhalde sayın Işıkara bu ayrıntıyı hepimizden iyi bilir: Kendisine görevinde daha nice başarılar ve bu kabil başarılarla dolu daha nice uzun hizmet yılları dilerim. Biz yine dönelim şu anda halıcılıkla iştigal eden deprem uzmanı Nusret Sancaklı'ya...
Üniversitelerimiz ve mâhut "küstürülme" hikâyeleri...
Nusret Sancaklı İÜ Jeofizik bölümünü bitirdikten sonra 1981'de Japonya'ya gönderilmiş; iki yılda hem Japonca öğrenmiş, hem de deprem araştırmalarında dünyanın en muteber ilim adamı Profesör Misouye'nin yanında eğitim gördükten sonra Kandilli'de göreve başlamış. O esnada Kandilli'nin İTÜ'ye bağlı olduğu anlaşılıyor. Nusret Bayraklı diyor ki, "Ufkumuz genişlemişti, birşeyler yapmak istiyordum. İTÜ, o zaman Türkiye'nin belki de yetiştirdiği en iyi hocalara sahipti. Prof. Nezihi Canıtez, öğrencilerini dünyanın çeşitli yerlerine göndererek deprem konusunda bir çekirdek kadro oluşturmaya çalışıyordu. Bugün televizyonlara çıkanlar konunun asıl uzmanları değil onlar sadece en medyatik olanları".
Daha sonra Kandilli Rasathanesi 1985'te Boğaziçi'ne bağlanmış ve İTÜ ile Boğaziçili hocalar arasında çekişmeler yaşanmaya başlanmış. 1986'da Tokyo Teknik Üniversitesi ve Kandilli, İznik Gölü'nde ortak bir çalışma yapmaya karar vermişler. Rasathane'de o gün itibariyle Japonca bilen tek personel sayın Sancaklı olduğu halde bu araştırma grubunda görevlendirilmemiş. Daha öncesinde kendi araştırmasını yapmak için bilgisayar kullanma iznini bile kullandırmayan yönetimin tavrını içine sindiremeyen Nusret Sancaklı 1987'de istifa etmiş: "Sadece ben değilim, Türkiye bu şekilde onlarca deprem uzmanını kaybetti. Bugün bu insanların çoğu yurt dışında akademik kariyerlerini sürdürüyorlar" diyor sayın Sancaklı. Kendisi ise halen Ürgüp'te halıcılık işiyle uğraşmakta!..
Şimdi soru şu: Sayın Sancaklı'nın iddia ettiği üzere küstürülen kişiler Kandilli bünyesinde barınabilseydi, bir gün içinde 6.7'lik deprem şiddeti 7.4'e sıçrar mıydı? Cevabını bilmiyorum ama iyi bildiğim şeyler var: Sayın Sancaklı'nın seçilmiş kelimelerle anlatmaya çalıştığı o "küstürülme", dışlanma, canı burnundan getirilme, hatta ilk fırsatta kapı önüne bırakılıverme hikâyeleri bizim Üniversitelerimizde nevi şahsına mahsus bir edebiyat oluşturacak derecede zengin hikâyelerden sadece biridir. Bu hikâyeler, mağduru 1402'liklerden değilse basına sıkça aksetmez ve bu hikâyelerin ortak teması Türkiye'yi Üçüncü Dünya ülkesi haline getiren örtülü fay hatlarından birini teşkil eder. Hangi akademisyene bu hususta birşey sorsanız, "Bir dokun bin âh işit kâsei fağfûrdan" misâli buna mümâsil nice dramlarla karşılaşırsınız.
Öncü deprem: "Yok öyle bir şey; yok efendim yok!"
Devam edelim; Sayın Sancaklı çizdiği bu arkaplanın üstünde daha anlamlı ve önemli görünecek şeyler de söylüyor: "..Hep artçı depremlerden bahsediliyor ama ancak kimse öncü depremlerden söz açmıyor. Büyük depremlerin yüzde 80'inde öncü depremler vardır. Bu öncü depremler aletlerle saptanır. Bu bölgede tuhaf gelişmeler olduğu belirlenir (Tokyo'da kaldığı süre içindeki deprem beklentisinden söz ediyor)... Bu bölgenin güneyinde Oshima denilen yerde bir deprem fırtınası başladı. Bir hafta eve gitmedik, takib ettik. Çünkü büyük depremlerin öncesinden ciddi ölçüde saniyede bir iki küçük depremler oluşmaya başlıyor. Şüphesi bile olsaydı derhal başbakanı uyandıracaktı. Aletler var, bu öncü depremler kaydedildi mi diye sorulması lazım. Madem Türkiye çapında depremler takip ediliyor, öncü depremlerin saptanması gerekmez miydi? Böylelikle halka değil ama gerekli yerlere önlem alınması için haber verilemez miydi?"
Burada bir an durup Aktüel dergisi'nin 424. sayısının (28 Eylül) 14. sayfasında yer alan "2 Dakika önceki deprem nerede?" başlıklı haberin ayrıntılarına eğilmekte fayda var: Haberde Sabah gazetesi yazarı Zülfü Livaneli'nin, deprem öncesinde Prof. Işıkara tarafından öncü deprem sinyallerinin tesbit edilmesi üzerine çok yetkili bir hükümet yetkilisini uyardığı, ama sözü edilen yetkilinin bu bilgiyi hasıraltı ettiğinden söz ediliyor. Daha sonra Zaman gazetesi yazarı Ferhat Barış'ın deprem sonrasında hemen İnternet aracılığı ile Kandilli'nin web sayfasına girdiği ve sayfada büyük depremden önce vukubulmuş altı öncü depremin kayıtlarını gördüğü, ama öğle saatlerinde bu sayfadaki verilerin düzeltilerek altı depremden beşine ait kayıtların silindiği yolundaki yazısı üzerinde duruluyor. Aktüel editörleri bunun üzerine konuyu araştırmaya başlıyorlar. Araştırmaya göre öncü depremlerin Kandilli tarafından kaydedildiği doğrulanıyor ve büyük depremden bir gün önce bölgede sekiz yer sarsıntısının vukubulduğu anlaşılıyor. 27 Ağustos'ta editörler Sayın Işıkara ile bu bilgileri tartışıyorlar. Aynen şöyle:
Soru: Gölcük depreminin bir gün öncesinde o bölgede başka deprem kaydettiniz mi?
Işıkara: Yok öyle bir şey. Bu açıklandı.
Soru: Hiçbir hareket olmadı mı bir gün, iki gün öncesinde?
Işıkara: Hayır hayır. Yok öyle birşey. Bu tarz haberlerin peşinde koşmayın. Önce diye birşey yok.
Soru: Ani bir deprem mi?
Işıkara: Pat diye geldi bu deprem...
Soru: Bir iki dakika öncesinde?..
Işıkara: Yok efendim yok.
Şimdi aynaya bakıp soralım:
Hakikate ihtiyacımız var mı?
Şimdi bu yazının başına dönüp, devlet ve ilim arasındaki ilişkiler konusunda yazılanları bir kere daha okuyabilirsiniz. Burada ana fikir sadece depremden ibaret değildir; ilmî bilgi üreten resmî kurumlarımızın ilmi bakış açısındaki optik kaymalar, hatta bilgi ve toplum arasında köprü vazifesi gören üniversitelerimizde henüz "ilim ahlâkı" namı altında bir iç disiplin geliştirilmemiş olması da değildir; ana fikir, devletin ilmî bilgiyi tasarruf tarzı üzerinde yoğunlaşmıştır ve şahsım adına gönül rahatlığı ile söylüyorum ki ilmî bilginin devlet ve onu temsil ettiği iddiasında bulunan bürokrasi katında hiçbir bağlayıcılığı yoktur.
Bu satırların yazarı ilmî bilginin mevcut paradigmalar dairesinde her zaman yanlışlanabilir bir karakter taşıdığını kabul ederek ilmî bilgiye kutsallık atfedilmemesini ama ilmî bilgiye laubâli yaklaşmanın büyük ciddiyetsizlik olduğunu kabul edenlerle beraberdir ama görünen odur ki devletimizin bırakınız bir "ilim siyaseti"ni, ilmî bilgiye nasıl yaklaşması gerektiği konusunda bir zihnî problemi bile mevcut bulunmamaktadır.
Ve bu durum, ülkemizde sadece devletin değil, sokaktaki sade vatandaşa kadar hemen herkesin "hakikat"e karşı talep derecesini ve hassasiyetini gösteren bir kriter teşkil etmektedir.