Paşanın yanılgısı

Herkesin üç aşağı beş yukarı bilip sezdiği bir şeyi Başbakan’ın ağzından duymanın tadı bir başka oluyor. Diyor ki Başbakan, “Eğer bu tartışmalar olmasa başbakan olamam zaten.

Öyle bir başlık ortaya koymalısınız ki bu gündemi oluşturmalı. Gündem birilerinin elinde kalırsa, siz başbakan olarak onun peşine takılırsınız. Ben peşine takılmamalıyım. Bir şeyi yaparken, bunun enine boyuna tartışmasını yapmışsam, en yakın çevremdeki bazı arkadaşlarımla bunun görüşmesini yapmışsam, onlar bile bunun zamanlamasını bilmeyebilir, bir zamanı gelir ki onu gündeme oturturum, oturtmam lazım. Bu kabiliyeti sergileyemezsem o zaman böyle bir neticeyi de elde edemezsiniz.”

İleride başbakan olmayı düşünenler varsa bu sözleri kesip cüzdanlarında taşıyarak gün aşırı okuyup ezberlemeliler. Başbakan’ımızın, en yakın çevresiyle bile yârenlik ederken dalga geçmeyip, önemli bir konu yakaladığında “ben vakti gelince bu malzemeyle gündem oluşturur, basını ve bilumum sosyal dedikoducuları en az üç gün âvâre ederek suya götürüp susuz getiririm” diye meseleyi defterine not ettiğini anlıyoruz böylece. Ben bu işi, etrafındaki danışmanların kotardığını sanıyordum; pek öyle değilmiş, bizzat kendisi ilgileniyormuş gündemin neyle belirleneceği meselesiyle. Böylece, şu meşhur kuvvetler ayrılığı meselesindeki sürç-i lisan zannettiğimiz ifâde zaafının bile önceden tasarlanmış, hesaplı kitaplı bir taktika olduğunu anlamış bulunuyoruz; yani öyle, “sinirlendi, kendini tutamadı, bilinç altını fâş etti!” kabilinden bir durum söz konusu değildir.

Bir rahatladım, bir rahatladım; içimizden birilerinin ağzından çıkanı önceden hesap ediyor olması bana itminan verdi, sâkinleştim. Ya aksi olaydı? Bu durumda bilumum medya leşkeri olarak bizler, Başbakan’ın bilerek yere döktüğü leblebileri kapışan ve üzerinde derin felsefî çıkarsamalarda bulunan safderûnlar mevkîine düşmüş oluyoruz biraz fakat ar değildir, ne yapalım, işimiz bu!

Gündem belirleme iktidarının ara sıra, artık râyici ve seyircisi kalmamış birtakım erbâb-ı sanat tarafından taklid edilmesine artık şaşırmıyoruz. Mekanizma çözülmüştür arkadaşlar; şöyle oluyor: Müşteri kesatlığından canı yanan, biraz ortalığı karıştırarak reklâm yüzünü tazelemek isteyen sanatçı, “Falanca da adam mıdır be; buradan gıyâben yüzüne tükürüyorum” veya, “Bunalıyorum ayol, Türkiye’yi terk edeceğim” veya, “Arabesk dinleyen vatan hainidir” veya “Ey Kılıçdaroğlu madem bu geceye geldin, bekleyeceksin, öyle erkenden kaytarmak yok” şeklinde ucu sivriltilmiş malayânî lâflar savuruyor; ardından leşi çıkmış bayat medya ağzıyla “Twitter sarsılıyor”, “Facebook çatırdıyor”, onun ardından “Yarabbi bıktım bu işten; her gün ekrana çıkmaya kimleri razı edip de birbirleriyle ağız dalaşı yaptıracağım” diye sinir krizleri geçiren tatlı dilli asistan hanımlar harekete geçerek bir dizi tartışma programı düzenliyorlar. “Aydınlar” ekranlara çıkıyor, sabahlara kadar, “haklıydı, haksızdı” türünden incir çekirdeği doldurmaz tezlerle konuşuluyor, “ortalık yıkılıyor”.

Neticede sanatçı abimiz ablamız bedava tarafından güzelce reklamını yaptırmış oluyor; “Adamı çok incitmişiz, bari bir konser teklif edelim, müsameresini seyredelim”cilerden iş teklifleri geliyor. Gelmese bile yüksek sanatçı egosu, odakta bulunmanın verdiği hazla kendi içine yumuluyor, kendine yeniden âşık oluyor, pilleri yaşama gücüyle doluyor. Elâleme de konuşacak mevzu çıkıyor.

Ziya Paşa vaktiyle mevzûbahs ettiğimiz mesele hakkında şöyle demişti: “En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun/ Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”

Paşa haksızmış!


Kaynak (Arşiv)