Parfüm, balçık ve hanımeli

Hafta sonu İstanbul'daydım. Birkaç günlüğüne İstanbul'da olmak, zihinde birkaç dakikalığına cambazhaneye uğramış bir çocuğun bastırılmış iştihasına benzeyen bir duygu uyandırıyor; doyumluğu bir tarafa tadımlığı bile güzel. Fetih'ten bu yana asırlar geçti; ama İstanbul hala bütün medeniyetimizin, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yoğrulan hususi "Türk" terkibinin merkez muhacimi mevkiinde ve öyle görülüyor ki, gelecek asırlarda rakibi olmayacak. "İstanbullu" bundan böyle ütopik bir aidiyettir; bu müstesna güzel, kemale varmış şeheviliğini kozmopolit tabiatının hercailiğinden alıyor. Kıssadan hisse: İstanbul'un sakinlerini "İstanbullu" kılmak için bu mübarek beldenin bütün kültür santrallerini yeniden tam istihsal halinde tutacak "medeni" heyecanı diriltmek gerek.

İstanbul, "Türk asırları boyunca hayatın ve zamanın bütün lezzetlerini isimlendirmek imtiyazını elinde tuttu; bugün de öyle. Ayrıntılar burada tarif edildi ve dillendirildi. Birkaç kıtaya yayılmış birbirine benzemez toplulukları manidar bir siyasi ve medeni organizasyon haline getiren kimyanın ince işçiliği bu şehrin haddelerinden geçerek hayatı çekilir kıldı. İstanbul bizim "dünyalı" yüzümüz; kozmopolit ve mü'min, fettan ve müttaki, şirin ve yırtıcı, vaitkar ve küstah, doğurgan ve merhametsiz. Dünyanın bütün büyük şehirleri gibi İstanbul da birlikte yaşama tecrübesini, birbirine şeffaf sınırlarla nüfuz etmiş "getto"lar inşa ederek sürdürüyor. Her getto bir hürriyet adacığı ve her gettoyu birbirine rapteden "kapılar ve köprüler" ve tabii duvarlar var. Birlikte yaşamak, biraz da itinasız tarzda "milli birlik ve beraberlik" ismini verdiğimiz macun terkibinden çok farklı olarak kapıların, köprülerin ve pencerelerin hukukunu tanzim edebilmekten geçiyor.

Beşir Ayvazoğlu ile ahir zaman bineğine kurulup kısa İstanbul sergüzeşti yaşadık. Yolumuz artık sahillerine balıkçı kamışlarının sallandırılabildiği Haliç'teki Feshane-i Amire'ye düştü. Feshane, Türk sanayi inkılabının belki de ilk mekanı. Bina, asli hüviyeti muhafaza olunarak temiz, tertipli bir klasik sanatlar arastasına dönüştürülmüş; fakat esnaf şikayetçi, "aksata" umdukları gibi gitmiyormuş. Feshane'nin ziyaretçileri, şehir ahengine ayak uydurmak için emekleyen yeni İstanbullulardan mürekkep denilse yeridir. Üstü başörtülü, altı tünik ve pantolonlu hanımlar, walkmenli cep telefonlu genç kızlar, ceket-kravat ahengini hafiften tutturmaya başlamış orta yaşlı erkekler, otoparkında orta halliden biraz daha hallice otomobiller ve Amerikan tarzı park eğlencelerinde çığlık çığlığa eğlenen bir çocuk kuşağı. Esnaf, müşteri profilinden pek memnun değil, turist rağbetsizliğinden şekva ediliyor. Klasik sanat ürünlerinin pazara çıkarıldığı bir çarşıda "aksata" ümidini turist kafilelerine bağlamak, yaşadığımız çelişkilerin küçük bir nümunesi. Mübarek; şehir değil ameli sosyoloji laboratuvarı!

Aziz hemşehrilerimin daveti üzerine gurub güneşini Çamlıca tepelerinden şark ufkuna doğru uğurlamak da nasip oldu. Oylarıyla İstanbul'da "şehremaneti" yönetimini değiştiren genç İstanbullular, Çamlıca yeşilliklerinde yeni bir hayat teklifinin eskizleriyle uğraşmaktalar. Adım başı kapı, adım başı köprü ve her enstantanede İstanbul'un bir başka güzel çehresi. Aynı günün akşamı Sivaslılar Vakfı'nın (*) Ümraniye'deki binasında bir koyu muhabbeti kıvamlandırmaya koyulduk. Bir süre sonra sohbet saz ü söz mecraına döküldü; sanatkar adaşım Ahmet Turan Şan memleket türküleri çalıp söylerken salonda -belki sadece ben hariç- memleket hasreti neredeyse elle tutulur derecede kesifleşmişti. Kendi memleketlerinde dayanışma hukuku tesis etmekte güçlük çeken hemşehrilerimin İstanbul'un o devasa kimyahanesinde üretken birer İstanbullu haline doğru geldiğini övünçle fark ettim. Hiçbiri artık Sivas'a dönüş projesi kurmuyordu; "Biz artık İstanbullu olduk, çocuklarımız İstanbul doğumlu ve yeni hayatımızı bu şehir üzerine bina ettik. Açık söylemek lazımsa "Madımak hariç, Sivas'ta mevcut bulunan her şeyi burada yeniden üretebiliyoruz; fakat ille memleket ille memleket" derken gerçekçi konuşuyorlardı ve sıhhatli bir terkibe doğru yürüdüklerini biliyorlardı.

Ertesi gün bir başka "getto" da, eski adıyla "Cadde-i Kebir"deki insan selini asude bir cumbadan seyretmek imkanını bahşeden yeni bir mahfelde karargah kurduk. İstanbul Kültür Merkezi, "İKM" adını taşıyan bu sevimli mekan, genç bir ilim adamı ve medeniyet gönüllüsü Ahmet Kala'nın rüyalarını tahakkuk ettirdiği yer. İKM veya Hezarfen Kitabevi, İstiklal Caddesi'nde Ağa Camii'nin hemen yanı başında, altı katlı, daracık ama şirin mi şirin bir kültür merkezi. Cadde-i Kebir'in yorucu ve yıpratıcı ritminden bunalanların bir buzlu şerbet ferahlığıyla can ve gönül dinlendirecekleri bir kültür istasyonu.

İstanbul'da yaşamanın böyle leziz nimetleri de var ve İstanbullu olmak, İKM gibi kapıların, köprülerin ve pencerelerin yerini öğrenmekle başlıyor galiba.

...

İstanbul; ey şiirin, düşüncenin ve sanatın toprağa gömülmüş kuru söğüt dalı gibi kendiliğinden çiçeklendiği parfüm, balçık ve hanımeli kokulu fettan güzel!

(*) Dediler ki, "Bizim de bir web sayfamız var; ama Sivaslıların haberi yok"; işte duyuruyorum.

(www.sivaslilar.org.tr)

[email protected]


Kaynak (Arşiv)