Panik, sinir ve kibir
Otobüsün motorundan tuhaf sesler gelirken, kaptan ve muavinin saçma-sapan davranışlarla paniğe kapıldığını gördüğünüzde ‘işler iyiye gitmiyor’ hissine kapılmanız için sosyolog veya makine mühendisi olmanız gerekmez.
Az sonra bir şeyler olacaktır ve şu an itibarıyla bütün ülke aynı tedirginliği yaşıyor, hissediyor.
Ülkeyi yönetenler, bir yerde kontrolü ve özgüvenlerini kaybettiler. Eskiden her rüzgârı yelkenlerine doldurur, icabına göre esneklik gösterir, ‘siyasi’ davranır ve krizleri fırsata dönüştürmesini becerirlerdi. Şimdilerde ise duruma hakim olmak için ellerini attıkları her levye ellerinde kalıyor. Komedi filmlerinde gördüğümüz direksiyon simidi milinden çıkmış şoförün şaşkınlığını andırır panik davranışlarını sergilemeye başladılar.
Sondan başlayalım: Çağlayan Adliyesi’nde ortaya çıkan skandal krizini, özgüven sahibi bir yönetici çok kolaylıkla kontrol edebilirdi. Yetkili bir ağızdan yapılacak, “Yargı kararlarına saygılıyız, hoşumuza gitmeyen bir yargı kararı olsa bile bu, ülkede hukuk düzeninin işlediğinin isbatıdır. Bir yargı kararı ancak bir başka yargı kararıyla düzeltilir” açıklamasıyla kriz, hükümet lehine bir fırsat haline getirilebilirdi. Bunu yapmak yerine en akla gelmedik yola başvurarak hâkimleri görevden almak, soruşturmak, hatta tutuklamak gibi, en abes yolu seçtiler ve orantısız güç kullanarak yargının işlerliğine, bağımsız ve tarafsız niteliğine gölge düşürdüler. Bu raddeden sonra herhangi bir mahkemenin, hükümetin beğenmediği bir karar alması fiilen imkânsız hale geldi.
Meselâ doların yükselmesini engellemek için Cumhurbaşkanının açıktan Merkez Bankası’na ‘saydırması’ gerekmezdi. Finans işlerinin höt-zötle imlâya getirilemeyeceği evrensel bir müteârifedir. Sonuçta MB üzerinde baskı kurmanın bütün sevimsiz faturası hükümete çıktı.
‘Yavru vatan’ polemiği tatsız ve ayıptı ve ‘Anavatan’a hiç yakışmadı. Sayın Erdoğan, bana göre son derece makul ve anlayışla karşılanması gereken ‘Artık kardeş ülke olmak istiyoruz’ talebine duyduğu tepkiyi, diplomatik bir skandala yol açmadan belki yüz farklı şekilde ifade edebilirdi. Kriz yönetilemedi ve şimdi Anavatan kamuoyu dahil bütün dünya, KKTC’nin yeni cumhurbaşkanına sempatiyle bakarken, Türkiye’nin tavrını ‘Ağanın azaba yaklaşımı’ biçimde yorumluyor. Güzel mi oldu?
Hükümetin, ‘Paralelle mücadele’ kararlılığını yanlış bulsam da kendi mantıkları içinde anlayabiliyorum; ne var ki bu mücadele uğruna ülkenin bir dikta idaresi görüntüsü verecek derecede hukuk devletinden uzaklaştırılması, bir istihbarat devleti şekline büründürülmesi, her muhalif çıkışın ihanetle yaftalanması gerekmiyordu. ‘Paralel tehlike’nin cirmi ile ona karşı alınan baskı ve şiddet politikasının orantısızlığını artık AK Partililer bile görmeye başladı. Velev ki istavritleri ortadan kaldırmak için bütün denizi zehirlemek mi gerek? Bu aşırılık, ‘paralel terör örgütü’ vesaire gibi ciddi olması gereken ithamların, bir Kemal Sunal komedisi gibi algılanmasına yol açıyor.
Daha evvele gidelim: Yönetimin kimyâsını bozan 17-25 krizi bile hükümet tarafından fırsat haline getirilebilirdi. Krizi yönetmek için hukukun imkânlarını kullanmak yerine alelacele polislerin, savcıların, hakimlerin tar ü mâr edilmesi, 17-25’in ciddi olabileceği konusunda bütün dünyada haklı bir şüphe uyandırdı. Bu krizin altında ezilen hükûmet, daha sonraki bütün adımlarını bu vebalin etkisiyle birbirine dolaştırdı ve öyle bir duruma gelindi ki artık en iyi niyetli hükümet yaklaşımı bile bir şekilde olumsuz sonuçlanıyor. İşte şu günlerde paralel yapıya 4 bin hakimin varlığından söz etmeye başladı Havuz basını; bu lâfların döşendiği yolun çıkacağı yer bellidir; hepsi tasfiye edilecek!
Mehmet Altan haklı galiba, AK Parti panik, sinir ve kibir yüzünden günün birinde muhalefette bulunma hakkını bile tahrib etti. Hem memlekete, hem kendilerine yazık ettiler.