Özrünüz kabul edilmedi
Belediye başkanlarının, "İstanbul"u yıkıp yeniden yapacağız" demesi bile bir merhaleyi işaretliyor; doğru olan bazı yerleri yıkıp yeniden yapmamaktır; bakalım o çizgiye ne zaman geliriz?
Şehirlerde yerin altında ne olduğunu kimse bilmiyor. Metafizik mânâda söylemiyorum; su borusu nereden geçer, elektrik kablosu nereye döşenmiştir, kanalizasyon şebekesi nerededir bilen yok. Bu işler, belediyelerin tecrübeli ve emeklilik çağına yaklaşmış bir kısım görevlisi tarafından hallediliyor! İhtiyaç hâsıl olduğunda bu kişiler "ayaklı harita" gibi hizmet veriyorlar. Plan, proje, harita hak getire. Kazılar "ya çıkarsa" beklentisi ile tesadüfi bir noktadan başlayıp dilediği yere kadar yayılıyor. Bu arada sular kesilmiş, elektrik hatları zarar görmüş, yol trafiğe kapanmış ne gam? Son günlerde "verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz" tabelaları moda oldu. Lâfla değil gerçekten rahatsızlık veriyorlar; bu rezillik özürle geçiştirilecek gibi değil çünkü.
Şehirler altyapı üzerine kurulur; neden sonra fark ediyoruz ki biz şehirlerimizi göç eden bir aşiretin çadırlarını münhâl bir yere yıkması gibi biçimlendirmişiz; istim daima arkadan geliyor ve her mânâda çok pahalıya patlıyor. Bir boş arazi yerleşime açılırken belediyeler güya en evvel altyapı hizmetleri götürüyorlar; o altyapının çapına, istiap haddine ve diyelim ki elli sene sonra ortaya çıkması muhtemel ihtiyaçlara cevap verip veremeyeceğine bakan yok; günü kurtarmak kâfi. Halbuki yapılması gereken tekniğe fenne dair değil, bilakis i"zâna dairdir: Evvelâ içine rahatlıkla birkaç işçinin aynı anda çalışabileceği genişlikte beton-çelik karışımı bir kanal inşâ eder, altyapının karşılaması gereken her türlü hizmeti (telefon, su, kanalizasyon, doğal gaz, kablolu yayın, elektrik vb.) bu kanala yerleştirir ve uygun baca yerlerinden giriş çıkış verir, inşânın maliyetini ise o hizmeti talep edenlere paylaştırırsınız; bilmem ne fonlarından borç para dilenmenize de hâcet kalmaz. O zaman verdiğiniz rahatsızlıktan ötürü özür dilemeye hakikaten hakkınız olur. Çünkü bu gerçekten bir altyapı yatırımıdır ve şehrin gelecekteki -en azından- bir asırlık ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda tasarlanmıştır. Ama öyle değil, elektrik işini alan müteahhit, yarım saat önce su işini alan müteahhidin kapattığı yeri açıyor ve tahrip ediyor. İki gün sonra aynı yeri telefoncular kazıyor, bir ay sonra kanalizasyon işlerine bakanlar kazıya başlıyorlar. Programsızlık, israf, saygısızlık...
Bir şehir kurmak ve lâyıkınca işletmek medenî bir kabiliyettir ve biz bu kabiliyetin henüz alfabesini telaffuz ediyoruz. Yeni yerleşme yerlerine bakıyorum, bloklar o kadar sıkışık nizamda yerleştirilmiş ki, binalar birbirinin güneşini kestiği gibi, pencereler de mahremiyeti tâciz edecek ölçüde ağız ağıza bakıyor. Altyapı zaten hışır, üstyapı derseniz anlattığım gibi. Öyle yerlerde komşuluk yapılmaz efendim; insanlar ancak birbirinden ve şehri işleten beledî ve mülki otoriteden nefret ederler; olan da budur zaten.
Peki o lüzumsuz "tevekkül"e ne demeli? Yağmur yağdı, sel geldi, kolektörleri patlattı; diyelim ki tabii âfet. Planlı programlı ve bilinçli âfetlere ne diyeceğiz? Şehir sâkinleri en evvel kendi ihtiyaçları ile ilgili ama tevekküle bağlanmış bir ilgi bu; hakkını arayan, protesto eden, verdiği verginin karşılığını talep eden sorgulayıcı ve neticeye kilitli bir ilgiden bahsedemiyoruz. Belediyelerin yaptıkları ve yapmadıkları, bu ilgisizlik karşısında "lütuf" gibi görünüyor. Felâket halinde ise minnet hissi isyan patlamasına dönüşüyor; kantarı olmayan tepkiler bunlar.
Şehirlerimizde mülteciler gibi yaşıyoruz; aldığımız her hizmeti lütuf sayıyor, aslında her hizmetin bedelini çatır çatır ödediğimizi fark etmiyoruz. "Şehirlilik" bu değildir, medenîlik hiç değil.
Aziz İstanbullular, "İstanbul"u kısmen yıkacağız ve yerine hiçbir şey yapmayacağız" diyebilen başkanlar neslinin vürûduna kadar dişinizi sıkmak zorundasınız; çok değil, tahminime göre üç nesil sonra öyle birileri gelecektir efendim.