Özeleştirisi ise işte özeleştiri..

Geçen hafta bir e-mektup aldım; iznini almadığım için yazanın ismini belirtmiyorum. Diyor ki "Bence, sadece kendi ulusuna aydın olan Türk aydını, artık Kürt ulusuna akıl vermeyi bırakmalı. Sizin oralardan burası net görülmüyor. Bu coğrafyayı işkencehaneye çeviren bir sistemin aydını ancak ve ancak böyle aydın olma yolu izleyebilir. Ve şunu da unutmayın, Türk aydıncığı, Kürt hareketi sayesinde bir değer sahibi olmuştur. Artık bu millete kısıtlı bilgi aktarımı yapmayı bırakın. O yüzden bu ülkede ne bir Sartre, ne de bir Benjamin çık[mı]ıyor. Çünkü aydın olamıyorsunuz."

Mektubun sonunda çok önemsediğim bir kelime daha yer alıyor: "Saygılar". Sözün gelişi yazılmış bile olsa önemli, önemli çünkü mektup sahibinin muhatabına değil, evvela kendine saygı duyduğunu ispat ediyor ve öyleyse konuşulabilir bir muhatap demektir.

Meseleye geçmeden son cümleye de değinelim; Sartre'ı duyduk fakat Benjamin'in kim olduğunu çıkaramadım, cahilliğime bağışlansın...

HAKK'I HAK BİLİP HAKK'A İTTİBA...

Okuyucunun haklı olduğu noktalar yok değil; o nokta, Kürt hareketinin, genel itibarla Türkiye'de aydın olma bilincini yükseltmiş olmasıdır. En azından kendi adıma bu tenkit ve tespitin doğruluk payı taşıdığını kabul ederim; ‘bizim buralardan’ oralarının net görünmediği eleştirisi de haklıdır, Diyarbakır Cezaevi'nde olup biten rezillikleri bizim vaktiyle doğru haber alıp algılayamadığımız da... Köylerin boşaltılması, Kürt köylülerinin göçe mecbur bırakılması da aynı cümleden... Vaktiyle bu ve benzeri haksız uygulamalara, -çoğumuzun tabir caizse- ‘Türk penceresi’nden baktığını kabul etmeliyiz, lâkin geçmiş zamana ait bir durum tespitinde haklı çıkmak, daima haklı olunacağı mânâsına da gelmez. Aynı bakış açısıyla ‘Kürt aydınları’nı da itham etmek ne kadar kolaydır! Oysa ki, farklı bir yerden bakmalıyız meseleye: Açılım sebebiyle bu ülkenin bütün yazar-çizerleri kanaatlerini restore etmiş, değiştirmiş ve açılıma nasıl ne kadar katkıda bulunabileceğini hesaplamıştır. Nitekim bugün karşılaştığımız manzara üç aşağı-beş yukarı şu merkezde: Açılım yoluyla ülkede iç huzurun tesis edilmesine Türk-Kürt diye ayırt edilmeksizin pek çok yazar-çizer taraftardır. Bir makuliyet, bir karşılıklı i'zan ve anlayış çizgisi yükseliyor ve bu çok önemli bir zihnî kazançtır; buna mukabil yine ‘Türk-Kürt’ diye ayırt edilmeksizin bazı yazar çizerler de açılıma karşı çıkıyorlar. Nihai tahlilde Meclis'teki muhalefeti teşkil eden üç parti, yani CHP, MHP ve DTP, söz ve davranışlarıyla açılıma karşı çıkıyor; bunların içinde DTP'nin kendini zorla kapattırmak için son dönemde keskin ve yaralayıcı tarzda konuşması da çok dikkat çekiciydi.

Öyleyse hakkaniyetin, itidalin Kürt'ü, Türk'ü yok. Meziyetler ve kabahatler, okuyucunun zannettiği gibi kimlik esasına göre dağıtılmamıştır.

BÂTILI BÂTIL BİLİP

BÂTILDAN İÇTİNÂB...

Kürt okuyucumun, sadece şahsi ve gizli kalması hesap edilen bir e-mektup kaleme almanın rahatlığı içinde ifade ettiği haksızlıklara gelelim: “Siz sadece Türklere akıl vermelisiniz, Kürtlere akıl vermeye hakkınız yok” meâlindeki cümle marazlıdır ve önyargıyla mâluldür. Çünkü daha işin başında ayırt edici ve dışlayıcı bir hüküm ihtiva ediyor. ‘Türk aydını’ tâbiri böyledir meselâ. Şahsi anlayışım, bu gibi sıfatları taşımanın kişiye peşin avantaj ve üstünlük sağladığı yolunda değildir, bilakis kişilerin karakterleri, nitelikleri, hakikat karşısındaki namuskârlıkları ile kendi değerlerini inşâya mecbur olduklarıdır ve esasen kişinin ‘ne idüğü’nü de bu değerler yapar. Kaldı ki, ‘Türkleri bile’ eleştirdiğim pek çok yazı misâli gösterebilirim fakat önyargı maniasını aşmaya yeter mi bilemem...

Mesele şu galiba: Söylediğimiz şeylerin, aslında ‘ne idüğümüz’ün değil de, kimliklerimizin bir yansıması ve işareti gibi kabul edilmesi: “Filâncada hayırlı söz sâdır olmaz, çünkü aslen Türk'tür veya Kürt'tür”e gelip dayanıyor bu bakış açısı. Bizim şu esnada hep birlikte şiddetle reddetmemiz lâzım gelen bir önyargı. Etnik kimliklerin veya vasıfların üzerine önyargı bindirerek nasıl fikir tartışması yapar, nasıl siyaset mücadelesi yürütebiliriz ki?

KÜRTLER HİÇ HATA YAPMAZ MI?

Okuyucuyu öfkelendiren saiki hatırlatmam lazım, işte o satırlar: "Kürtlerimizin artık bu erginliği gösterebilmesi lâzım; PKK ağzıyla konuşan bir DTP çizgisinin açılıma katabileceği olumlu bir katkı bulunmadığı görüldü. Aşırıların elinde Kürt meselesi çözümsüzlüğe doğru yalpalıyor; bu sertleşmeye kimin dur diyeceği açıktır. Türkiye hızla değişir, dönüşürken Kürt siyasetinin hâlâ dağdaki silahlı adamları yedekte tutarak kavgayı kırbaçlaması gariptir. Kürtler de omuz vermedikçe bu taşın kımıldaması imkânsız. Kürt siyasetindeki derebeylik yapıyı sarsmanın tam zamanı. Haydi!"

Okuyucu şöyle düşünüyor olmalı, "Bu bilgi ve yorum, doğru da olabilir, yanlış da; fakat senin bu konuda bir şey söyleme hakkın yok, çünkü senin niteliğin, menşein, duruşun, vasıfların ve etnik aidiyetin bu konuda söz söylemeni gereksiz kılıyor; sen, istesen bile doğruyu göremez ve dillendiremezsin!"

Hayır, bu ferdî bir yaklaşımdan ibaret değil; aksine yaşamakta olduğumuz gergin zamanlarda, toplumun psikolojik katmanlarında yaygınlaşma eğilimi gösteren bir davranış biçimi. Karşılıklı güven yokluğundan bahsediyoruz ve güven bunalımını önyargılar tetikliyor; hâlbuki bizi çatışma ve gerilim bataklığından kurtaracak olan doğru fikrin kendisidir; kimden sâdır olduğu değil.

İKİ LİSAN; BİZ ZORU TERCİH EDELİM!

Tekrar edilmişi bir kere daha tekrarlamakta fayda var. Okuyucunun tâbiriyle ‘Türkler’, açılım tartışmaları esnasında Kürtlerin ve diğer gadre uğramış toplulukların hâletini anlama noktasında önemli bir empatik eşiğe ulaştı. "Türkiye'de bir Ermeni gündelik hayatta ne gibi etnik ve dinî önyargıları göğüslemek zorundadır, bir Kürt, sadece Kürt olduğu için ne gibi zorluklara uğrar; Alevilerimiz şu gün bile hâlâ dinî aidiyetlerini açıklamakta ne gibi zihnî tereddüdler geçirmektedir?" sorularını artık önemsiyor ve muhtemel cevapları zihnimizde canlandırmaya çalışıyoruz. Türkiye'nin muhtelif yerlerinden sonu ölümle biten sokak çatışmalarının yükseldiği şu günlerde bile kardeşliğe inancımızı kaybetmedik, aksine güçlendirmemiz gerektiğini anlıyoruz.

Herkesten biraz anlayış, biraz iyi niyet ve sabır beklemekte haklıyız çünkü şiddetin değil, karşılıklı anlayış ve itidalin dilini konuşmaya çalışıyoruz. Herkes özeleştiri yapabilmeli, geçmişteki hatalarıyla yüzleşecek cesareti gösterebilmeli. Birileri şiddetin lisanını tavsiye ediyorlar bize; uygulamak kolay, neticeye varmak kolay: Kır, dök, öldür, imha et, ötele, uzaklaştır, bastır, sustur!

Hâlbuki şu lisanı konuşmanın zamanıdır: Önce dinle, önyargılarını unut, sabret, iyi niyetle davran, şiddete başvurma, gülümse, bir dostluk ve iyi niyet gösterisinde bulun!

Hangisi doğru; hangi lisanın kelimeleriyle anlaşmak daha kolay? Karşısında bulunduğumuz zorluk, işte böyle çetin bir mahiyet gösteriyor.


Kaynak (Arşiv)