Özal'ın ruhundan istimdat
Ufkumuz ne kadar daraldı; görüş mesafemiz ne kadar kısaldı. Daha on yıl önce "Adriyatik'ten Çin Denizi'ne kadar" uzanan bir coğrafyada birinci sınıf aktör haline gelmeyi tasarlıyor ve buna inanıyorduk; sonraki yıllarda bu klişeyi kendi elimizle karikatür malzemesi haline getirdik. "Ne haddimize?" diye düşünür olduk; adını da realite koyduk.
Zaman gazetesinin cep kitapları serisinden çıkan Turgut Özal kitabını okurken on yıl önceki iyimserliğimizi hatırladım. Faruk Mercan bir anlamda, hatırlanması bile insanı mahcub eden kötü bir hatırayı tazelercesine, kendimize unutturmaya çalıştığımız yıllara yeniden bakmaya mecbur etti bizi. Geçen zaman her zaman aranır; lakin on yıl içinde geldiğimiz yer maalesef derece değil "dereke" oldu. İlerlemedik, geriledik; kazanmadık, kaybettik.
O yıllardaki beklentilerimin yüksekliğine bakınız ki, Turgut Özal'a ve partisine sağlığında hiç oy vermedim; şimdi işlenenlere nisbetle küçücük hatalarını gözümde büyüttüm, emanet ehli görmedim. O "transformasyon" dedikçe içimden dalga geçiyordum; daha fazlasını yapmasını bekliyor, ihtilal çapında gerçekleştirdiği yapı değişikliklerini küçümsüyordum. Sanki bundan sonra kazanılmış mesafeleri hiçbir kuvvet geriye taşıyamaz şeklinde bir iyimserlikle adeta uyuşmuştum. Netice itibariyle görevini yapıyordu. Sonra, herkeste evvela bir şok, ardından yakıcı bir elem hissi uyandıran ölüm haberi geldi Özal'ın. Milat gibiydi. Onun devletle milleti yakınlaştırma gayretleri adeta görünmeyen bir el tarafından eski hale irca edildi. Henüz yeni yeni telaffuz etmeye ve varlığından emin olmaya çalıştığımız siyasi, fikri, dini ve ticari hürriyetler adım adım geriye çekildi. Türkiye yeniden zürriyetsiz parti çekişmelerinin boğucu iklimine sürüklendi. Bu, bir zihin ihtilalinin tasfiyesi idi. Nitekim partili-partisiz, muhalif veya muvafık bütün halefleri Özal'ın yerini dolduramadılar. Devr-i saadeti, sona erdikten sonra fark edebildik.
Hissi olabilirim; ama siz de on yıl öncesini hatırlamaya çalışarak mübalağaya düşüp düşmediğimi kontrol edebilirsiniz; Zaman okuyucuları böyle bir mukayeseyi yapmak için son derece iyi seçilmiş ve tertiplenmiş bir kaynağa sahip bulunuyorlar. Eminim ki dikkatli bir okuma neticesinde bana hak vereceklerdir.
Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı, bütün ömrünce II. Abdülhamid'e neredeyse gayz ile ifade olunabilecek bir muhalefet nefreti beslemesine rağmen, ölümünden kısa bir süre sonra bir devrin sona erdiğini anlayıp, eski nimetleri hatırlayarak "Abdülhamid Han'ın ruhundan istimdad" başlıklı bir şiir kaleme almıştı. Bu şiir, çok dikkate değer bir itiraf ve özür belgesidir. Filozof Rıza, bir siyaset aktörü ve bir muhalif olarak fark edemediği gerçekleri, şair ve insan yanıyla hissetmiş ve itiraftan çekinmemişti. Siyasi ahlaksızlık ve vurgun düzeninin Özal'la başladığını ileri sürmekten çekinmeyen kalem esnafını gördükçe içimde bir isyan hissinin yükselmesine engel olamıyorum; onu, bir anlamda okul önlerinde eroin satarak gençliğin ifsada uğratılmasından sorumlu tutanlardan bir Filozof Rıza erdemi beklemek abestir. Rıza Tevfik Bey'i, bütün tezatlarına ve aşırılıklarına rağmen bu gibi kalem esnafı ile mukayese etmek haksızlık olur. Osmanlı öyle bir iklim inşa edebilmişti ki, o gökkubbenin altında devrin hainleri bugünkülere nisbetle şecaat abidesi gibi duruyorlar.
Geldiğimiz yere dikkat eder misiniz: Büyük düşünmeyi densizlik, ileriye bakmayı hafiflik, kendimize güvenmeyi hayalperestlik sayar hale geldik. Ufkumuzda "kırk satır kırk katır" senaryoları... Siyasilerimiz imzaladıkları kağıdın ne olduğunu iki gün sonra öğrendikten sonra sağda solda ağlamaktan gayrı nesneye maslahat edemeyen çapsızlıklarıyla ümitlerimizi kırk yerinden vuruyorlar.
Yirminci yüzyılda üç devlet adamını ayrı tutuyorum; tarih sırasıyla ilki II. Abdülhamid'dir; ikincisi Mustafa Kemal Paşa ve üçüncüsü Turgut Özal. Üçüne de rahmet olsun!