Söz veriyorum Yâ Rab!

17-25 Aralık 2013 tarihinden bu yana yaşananlar, -siyâset bir tarafa-toplumda derin bir duygu kırılmasına ve ayrışmaya sebep oldu. Aşağıda okuyacağınız yazı, geçirdiğimiz cinnetin gündelik hayatta ve ruhlarda nasıl dramatik kopuş ve kanamalara yol açtığını gösteriyor. Anlayacağınız sebeplerden ötürü yazarın ismini saklı tutuyor ve sizi bu farklı edebiyatla baş başa bırakıyorum.

*

Yollar boyu bana refakat etmiş, lâkin önümüze çıkan ilk yokuşta “Demek ki buraya kadarmış azizim. Beni bundan sonra mazur gör” diyerek yolunu değiştirenlere; o an gönlümden geçen Necip Fazıl’ın “Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen; hem yolunu kaybedersin hem de dostunu…” sözünü, bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a telaffuz etmeyeceğim.

Ahd veriyorum Yâ Rab!

Yıllar boyu omuz omuza beraber koşturmuş, lâkin hazan mevsimi kapıyı çaldığında “Başlangıçta iyiydiniz hoştunuz. Ama zaman geçtikçe niyetiniz de söyleminiz de değişti. Ne işiniz var bu işlerde?” diyerek ömrünün kalan yıllarını bensiz geçirmeye niyetlenenlere; o an gönlümden geçen “Demek ki hava soğuduğunda, dostlar gölge veren ağaçları da unuturmuş” lafzını, bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a dillendirmeyeceğim.

Yemin veriyorum Yâ Rab!

Bir ömür boyu “Dünya-ahret komşumsun” diyen; gel gör ki eşin-dostun, akraba-i taâllukâtın “Nene lazım… Onunla gözükme, aynı karede yer alma” ikazı üzerine “Mantıklı konuşuyorsun, hatta haklı da olabilirsin; ama benim de malım-mülküm, yıkılası hanede evlad-ı iyalim var” diyerek komşuluktan beni talak-ı selâsede boşayanlara; o an gönlümden geçen Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye”1 manifestosunu; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a ima etmeyeceğim.

Sözüm olsun Allah’ım!

Güneşli günlerde “Hadi gidiyoruz!” diyen her telefonuna zinhar “Nereye, nasıl, niçin, kiminle” demeden tek cevap olan “Ne zaman?”ı vermiş olan ben, yalancı ve yabancı bulutların güneşi gölgelediği ilk sabah “Azizim, sen yine de iyisin; ama ah onlar yok mu onlar! Benim lafım da tavrım da onlara!” diyerek artık telefonlarıma dahi çıkmayışlarına; o an gönlümden geçen “İyi de; bir bedende ayak nereye giderse kalp de oraya gider; diş ağrırsa tüm vücut keyifsiz olur. Bir vasıtada ön tekerlekler hangi yöne giderse, arka tekerler ve haliyle yolcular da o yöne gider; motor arıza yaparsa tüm araç stop eder” mantık yürütmesini; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a hatıra düşürmeyeceğim.

Ahdim olsun Allah’ım!

Gündüzler boyu her gördüğünde kollarını makas gibi açıp “Dostum, destanımın başkahramanı!” diyerek beni bağrına basan, lâkin güneş batıp aysız gece zuhur ettiğinde “Seninle yürüyemem, senin fenerin yok. Kaybolurum seninle!” diyerek makas değiştirenlere; o an gönlümden geçen Necip Fazıl’ın Destan’ını2; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a yüzlerine haykırmayacağım.

Yeminim olsun Allah’ım!

Seneler boyu yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen, hanede pişen tek kâse çorbaya beraber kaşık sallayıp bir somun ekmeği ikiye böldüğüm insanlar, lokmasına ilk el uzatılacağı imasını aldıklarında “Canımsın, ciğerimsin. Ama ben bu süreçte suya sabuna dokunmasam; sen de bana…” diyerek sofrasını ayırınca; o an gönlümden geçen “Suya sabuna dokunmadan temizlik mi olur?” ve dahi “Kurt kuzuyu yerken tarafsız kalmak, kurdu tutmaktır” sitemlerini, bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a laf arasında dokundurmayacağım.

Namusum üzerine sözüm olsun Allah’ım!

Yazlar boyu her gördüğünde selam-kelam faslından sonra “Bir ihtiyacın, eksiğin var mı? Aman diyeyim, ne lazımsa bana söyle; Allah aşkına -bak Allah’ın adını and verdim- ilk bana dillendir” diyenlerin; ilk yağmur tanesi yeryüzüne misafir olduğunda evvela şemsiyesini saklayıp ardından da “Ah ah, olsa, dükkân senin? Lafı mı olur? Hem beni bilmez misin sen azizim?” diyenlere dair; bu günler de geçtiğinde o hilaf-ı vaki beyanlarını kaktüs yercesine yutup ses etmeyeceğim; “Benim kulaklarım tok, gözlerim aç!” serzenişini dillendirmeyeceğim ve Nurullah Genç’in Yağmur şiirini3 asla ve kat’a okumayacağım.

Şerefim üzerine ahdim olsun Allah’ım!

Her sohbet meclisinde “Sen benim gören gözüm, işiten kulağım oldun” deyip sitâyişlerde bulunan; lâkin görsel ve yazılı medyada iftira ve yalan olduğu tescilli haberleri görüp okuyunca; “Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu” diyerek artık aynı gökkubbe altında bulunmak istemediğini gizli-açık izhar edenlere; o an gönlümden geçen; “İç gözleri daha iyi görsün diye dış gözlerini Allah’ın görmez hale getirdiği Cemil Meriç’vari, umarım sizin şu an kapalı olan iç gözleriniz ışık ile tanışır ve de görür, aynen dış gözleriniz gibi.” temennisini; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a mevzu bahis etmeyeceğim.

Haysiyetim üzerine yeminim olsun Allah’ım!

Bensiz hiçbir yola çıkmayıp, gün aşırı “Pazara değil, mezara kadar beraberiz.” türküleri çığıran; lâkin rüzgârlar esip ilk sarı yapraklar yere düşmeye başladığında “İş başka, dostluk başka imiş. Seni hâlâ Allah için seviyorum, ama…” diyerek uzaklaşanlara ve sessiz kalmayı seçenlere; o an gönlümden geçen “Bir gün gelir, ben de sana Waldo’nun Hikâyesini4 anlatmaz mıyım?” tahayyülünü ve de Aliya İzzetbegoviç’in “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağım şey; düşmanlarımın sözleri değil, dostlarımın sessizliği olacaktır.” serzenişini; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a hatırlamayacağım, hatırlatmayacağım.

Şahit ol Allah’ım!

Spora ilgimi bildiğinden, oradan mütevellit, bir İngiliz takımının “I’ll never walk alone (Asla yalnız yürümeyeceksin)” mottosunu bermutad her sıkıntılı zaman ve mekânda hatırlatan; lâkin ilk gök gürlemesinde saçak altına koşup, evine çekilen ve “Dostum, bir başına… Bir başına ne yapar ne edersin? Don Kişot’luğun ne âlemi var?” deyişine; o an gönlümden geçen Tevbe Sûresi’nin 40. âyet-i kerimesinin meâlini5; bu günler de geçtiğinde asla ve kat’a cevap olarak okumayacağım.

Söz veriyorum, ahd veriyorum, yemin veriyorum Yâ Rab!

Şahit ol, Şahit ol, Şahit ol Allah’ım!

--

1- “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümâyişsiz çalışan ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir…”

2- Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:

Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,

Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,

3- Haritanın en beyaz noktasına kan düştü,

Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü.

Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkûm şimdi,

Hakların temeline sanki bir volkan düştü.

4- Henry David Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi, “Ödediği her dolar, bir adam öldürmek üzere başka bir adam veya tüfek satın almaya yarayacak” gerekçesiyle vermeyi reddedince hapse atılır.

Kendisinden 14 yaş büyük olan ve özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson, telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Henry, neden buradasın?

- Waldo, sen neden burada değilsin?

5- “Onu çıkardıkları sırada mağarada bulunan ikinin biri iken Allah ona yardım etmişti ki, o arkadaşına: “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!” diyordu. Bunun üzerine Allah ona manevî güç ve huzur verdi, onu görmediğiniz ordularla destekledi.”


Kaynak (Arşiv)