Osmanlı'da ilk yürütme-yargı krizi (!) nasıl halledilmişti?

Sene 1633. Martın onikisi. Osmanlı tahtında Murad-ı Râbi saltanat ediyor; nâm-ı diğer IV. Murad Han. Padişah o gün evvelâ İznik'e (İznikmid), sonra Bursa'ya seyahat etmek diliyor.

Vüzerâdan Gürcü Mehmed Paşa, hazırlık yapması için önden gönderiliyor. Lâkin mevsim henüz kıştır. Murad Han seyahati biraz ağırdan aldıktan sonra İznik'e hareket ediyor; yol boyunca yasağa karşı gelen ehl-i keyfden (duhân-âşâm) birkaçını ibret olsun diye sağa sola astırdıktan sonra yola devam etmekteler velâkin, geçecekleri yolun bir kısmı fena halde çamur ve engebelidir. "Vay efendim, ben geleceğimi önceden haber vermiş idim; niçin bu yollar usûlünce temizlenmemiştir?" diye gazaba gelen Murad Han, Gürcü Paşa ile Nasuh Paşazâde'yi önden İznik'e koşturuyor.

İznik Kadısı Gümüşîzâde'yi "Salb edin" diye ferman edilmiştir. Daha önceleri ulemâ zümresi, siyaseten katle muhatap kalmaz iken şimdi bir ilk yaşanmak üzeredir!

Paşalar İznik'e gelip de Kadı'ya, "Vazifeni ihmâl etmişsin, idam edeceğiz" dedikte Kadı feryâd ile, "Behey sultanım, haber gelir gelmez eli-ayağı tutar kim varsa çıkarıp yolları temizletmeye görevlendirdim; lakin emrin geldiği gün, Padişah'ın kendisi çıkageldi." diye niyâz ettiyse de çâre olmuyor; emir infaz edilecek. Şehir ahalisi patırtıyı duyup meydana çıkıyor. Kadı, son demlerinde İzniklilere dönüp, "Müslümanlar, Hak huzurunda nâhak yere gittiğimin şehâdetini sizden taleb ederim." diye vasiyet ettikten sonra kale kapısına asılarak idam olunuyor ve cesedi üç gün asılı kaldıktan sonra indirip gasl ve tekfin ediyorlar. Mezara kadar burnundan kan geldiğini gören cemaat (Dikkat, her cemaati cemaat sanmayalım lütfen), "Alâmet-i şehâdettir" diyorlar.

Mesele bitiyor mu; hayır, yeni başlıyor.

*

Bu satırlarını kısaltarak iktibas ettiğim Naima Efendi diyor ki, "Kâtip Çelebi, Fezleke'sinde bu Kadı'nın daha önce padişahın hiddetini celb ettiğini, sonradan bir vesile icat edip kârını tamam ettiğini söylüyor, anlayacağınız işin ucu derindir. Biz yine hâdiseye dönelim.

Murad-ı Râbi, Bursa'ya geliyor; orada ahaliyi "Murabaha ile bizi perişan etti" diye hakkında şikâyet olunan tüccardan Mehmed Çelebi nam kimseyi katlettirip malını hazineye gelir yazdırdıktan sonra Emir Sultan'ı ziyaret edip ava çıkıyor...

Velâkin rahat ne mümkün?

*

İznik Kadısı Gümüşîzâde'nin salbolunduğu haberi İstanbul'a erişince özellikle Şeyhülislâm (Sadr-ı Fetvâ) Ahîzâde Hüseyin Efendi başta olmak üzere bilcümle kuzât (yani kadılar, ulema sınıfı) dehşete kapılıp üzülüyorlar, zira görülmüş şey değildir ki, ulemâ sınıfından birini padişah, kul takımına reva görülen tarzda siyâset ettirsin, o da yetmezmiş gibi üç gün kalekapısında astırarak cesedine dahi hakaret etsin. Hakikaten görülmüş maslahat değildir Osmanlı tarihinde...

Şeyhülislam Hüseyin Efendi, bu teessür içinde Vâlide Sultan'a bir mektup yazarak diyor ki: "Padişahımızın şerefli ecdâdı böyle bir iş görmemişti; kendileri dahi bundan kaçınsalar gerektir. Siz kendisine biraz nasihat etseniz, cümle ulemânın hayır duasını alsanız!.."

Bu mektuba bir mim koyarak devam ediyoruz.

*

Şeyhülislam Hüseyin Efendi'nin oğlu Mehmed Çelebi de İstanbul kadısıdır. Bir gün Şeyhülislâm'ın oğlu, esnafı kolaçan ve teftiş içün devriye gezerken, esnaftan birinin edepsiz bir hâlini görüp elindeki değnekle vuruyor. Esnaf karşılık veriyor: "Ben sâdâd'danım" (Hazreti Hüseyin'in soyundan 'Seyyid' demek). İstanbul Kadısı, "Ben de sâdâddanım; böyle kepazelik olmaz" diyerek geri adım atmıyor. Halbuki çarşı ortasında kötek yiyen şahsın pederi de sıradan biri olmayıp Allâme Şeyhî Efendi imiş ki, Şeyhülislâm ile arası biraz "Şeker-âb" idi diyor Naima Efendi. Allâme şeyhi üzülüyor; "Haber etselerdi icabını görürdük. Âl-i Resûl'ü dövmek revâ mıdır" diye kırgınlık izhar ediyor, kalbi burkuluyor.

Bu hadiseye de mim koyuyoruz.

*

Şimdi iki mimi üst üste getireceğiz. Arası bozuk iki hatırlı şahsiyetin meyânını bulmak için ricacılar devreye giriyor; bir ziyafet tertib olunuyor. Ulema-yı kirâmdan bazı şahıslar da ziyafette hazırdır. İşte bu davetin tam ortasında İznik Kadısı'nın idam haberi gelmez mi? İftiracı takımı derhal harekete geçiyor, "Ulemaya mensup yüksek kişiler, İznik Kadısı'nın asılmasını bahane ederek bir araya geldiler, padişahı tahttan indirip yeni padişah cülûs ettirecekler." diye Valide Sultan'a gizliden haber uçuruyorlar.

Valide Sultan dediğiniz neticede bir anne; telâşa kapılıyor. Nitekim birkaç gün önce kendisine Şeyhülislam'ın gönderdiği mektub da meseleyi doğrular nitelikte göründüğü için Valide Sultan, oğlu Murad'a hemen bir mektup yazıp Şeyhülislam'ın yazdığı tezkereyi de ilâve ediyor, "Benim arslanım, acele üzre gelesiz. Cülûs tedbiri içün sözler ve cem'iyyetler olmaktadır." diye yazdıktan sonra en seri ulak ile mektubu Bursa'ya telliyor.

Eyvah ki eyvâh!

Murad Han, âsâbını yatıştırmak içün olsa gerek o esnada açık arazide, avdadır; mektubu alınca Bursa'ya bile dönmeyip tutuşmuş gibi beraberindeki Bostancıbaşı Duçe ile İstanbul'a doğru atları topukluyorlar. Murad Han çok öfkeli ve telaşlıdır; tam infiâl hâli. Maiyetindeki atlılar o hıza yetişemeyip birer birer dökülerek geride kalıyorlar. Maiyetteki ahır görevlilerinden Tekeli Mustafa bu zorlu yolculukta Murad Han'ın bineğini yedeklemek için at yetiştirmekte gösterdiği hüner sebebiyle sonradan mükâfatlandırılacaktır.

O günün gecesini Samanlı civarında bir köyde geçiren Padişah, ertesi sabah zâti gemisini beklemeyip iskeleden bulduğu bir kayığa atladığı gibi, fırtınalı havayı ve dalgalı denizi gözü bile görmeden Gegbuze'e (Gebze) geçiyor, akşam üstü Üsküdar'a yetişip sefine ile karşıya geçtikten sonra derhal emir çıkararak Şeyhülislam Hüseyin Efendi'yi ve oğlu Seyyid Mehmet Çelebi'yi Kıbrıs'a sürgüne gönderiyor.

Sultan Murad'ın öfkesi, infiâli meşhur. Naima, bu hâlini tasvir için diyor ki, "Mizâc-ı selâtinde çün ü çirâya güncâyiş olmaz"; yani sultanların tabiatında bir işin nasılı niçini soruşturmak yoktur! Sürgün emrini verdikten birkaç saat sonra Murad Han, "Acaba lüzumundan fazla merhamet mi gösterdim?" diye vesveseleniyor. Bostancıbaşısı Duçe'yi çağırıp diyor ki, "Tiz arkalarından gemi ile yetiş; eğer boğazdan taşra çıkmış iseler bırak gitsinler, eğer boğazdan içeride yetişirsen i'dam edesin!"

Oğul Mehmed Çelebi, şans eseri önceden ayrı bir tekneyle Kıbrıs yolunu tutmuş olduğu için infazdan kurtuluyor ama babası Şeyhülislâm Hüseyin Efendi'nin kayığı henüz deryada çalkanıp durmakta olduğundan boğaza henüz girememiştir (Çanakkale Boğazı kasdediliyor olmalıdır). Yetişip "dur bre" diyorlar kayıkçılara, kayığı çekip Rumeli sahiline yanaştırıyorlar. Bu esnada Murad Han, içi rahat etmediği için olsa gerek atlanıp karayoluyla Yedikule kapısından çıkarak sahilden hadise mahalline yetişmiştir. Ne gazab ama...

"Tiz şimdi katleyle" fermanını alan Bostancıbaşı, sâbık Şeyhülislam'ı bir saman arabasına bindirip Ayastefanos'tan (Bakırköy civarları) geçirerek Kalabriye isimli köye getiriyor; köy ahalisi çoğunluğu Rum'dur. Orada bir Yeniçeri menziline (Siz deyin karakol) indirip kemendle Hüseyin Efendi'yi katl ile, "Meyyitini ol sâhilde tahte'r-reml defn ile pinhân" edip (Yani cesedini kumlara gömüp yerini gizleyerek) işini tamâm ediyorlar.

Bitti mi; ne gezer? Sultan Murad-ı Râbi demişler. Geride hesap sorulacak biri daha var. Sultan o öfkeyle o gece ziyafette Şeyhülislam'ın yanında bulunan Şeyhî Efendi'nin evine kadar gidiyor atıyla; dışarı çıkartıyor, önüne katıp "O gece meşverette ne söyleştiniz?" diye sorgulamaya başlıyor ama vaziyet garip ve gülünçtür. Yaşlı Şeyhî Efendi yürümekte zorluk çekiyor; genç padişah ise elinde "hışt"iyle (kısa ve kalın mızrak; harbe) süvaridir. "Vallahi günahım yoktur, biz barışmak için bir araya gelmiştik." diye yalvarıp padişahı iknâa çalışıyor fakat nâfile. İkide bir soluğu kesilen Şeyhî Efendi geride kaldıkça padişah atıyla dönüp, adamcağızı İstanbul sokaklarında zoraki dolaştıra dolaştıra sorguya çekiyor. Neticede nefes almaya bile takati kalmadığını görüp, meselede dahli bulunmadığını anladıktan sonra,

-Kocaman yürü var git sana izin verdim, diye bırakıyor yakasını.

Şeyhî Efendi sonradan demiş ki, "O gece yarım saatte aldığım yolun dönüşünü ikibuçuk saatte zor katettim. Korkumdan ödüm yarılayazdı!"

*

Osmanlı tarihindeki ilk esaslı yargı-yürütme sürtüşmesinin hikâyesi böyle. İbreti orta yere bırakıyorum; isteyen dilediği kadar alsın.

Not: Hadiseyi Tarih-i Na'imâ'dan iktibas ettim: C. II, TTK Yay. Ankara, 2007, s. 769 vd.


Kaynak (Arşiv)