'Osmanlı lâlesi' yeniden keşfedildi; ya diğer değerlerimiz?

Bir çocuğa "lâle resmi yap" deseniz, müzik ve fotoğraf sanatçısı Nijat Ayvaz'ın deyişiyle, park ve bahçelerde görmeye alıştığımız, daha doğrusu başka türünü bilmediğimiz 'kaba Hollanda lâle'sini resmedecektir. Halbuki, asırlar ötesinden bize gülümseyen çinilerde bu tür lâleden eser yoktur, onlar hep Osmanlı lâlesini resmetmişlerdi. 'Kaba Hollanda lâlesi'nden daha uzun, daha ince çizgilere sahip; tam tepesinde dışa doğru küçücük bir kıvrımla nihayetlenen bir lâle cinsidir ki, tabiatta benzerini görmediğimiz için ben onu hep, sanatkâr eliyle üslûba çekilerek aslından uzaklaştırılmış bir bezeme unsuru zannederdim.

Meğer öyle değilmiş; "Osmanlı lâlesi" diye tabiatta hâlâ varlığını sürdüren, minyatür ve çinilerdekinin tıpkısı bir lâle varmış.

Bu sevindirici habere, 20 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet'te Yalçın Bayer'in köşesinde tesadüf ettim (duyarlığı için kendisini tebrik ediyorum). Yukarda adı geçen Nijat Ayvaz; Tekirdağ, Kumbağ-Altınova yöresinde ağaçlık bir alanda bu lâleye tesadüf ederek fotoğrafını çekmiş ve kendi sitesinde yayınlamış. Daha sonra bir arkadaşı, Türkolog Halil Açıkgöz'e lâleden bahsedince Nijat beyle buluşmuşlar. Halil Bey çok heyecanlanmış ve ağlayarak, "Sen 150 senedir kaybolan Osmanlı lâlesi'ni bulmuşsun" diyerek tebrik etmiş. O âna kadar bulduğu şeyin kıymetini pek farketmeyen Nijat Bey, bu sene o lâleden dört soğan yetiştirmiş. Osmanlı kaynaklarındaki has ismiyle 'lâle-i rûmi'nin fotoğraflarını 13-19 Haziran'da yapılacak Tekirdağ Kiraz Festivali'nde sergilemeyi vaad ediyor Nijat Bey. KÜLTÜR ARKEOLOJİSİ

İşte bu son derece sevinmemiz gereken bir arkeolojik keşiftir. Bir bitki cinsi için "arkeolojik keşif" tabiri tuhaf karşılanacaktır fakat lâlenin kültürümüzdeki derin tesirlerinin neredeyse tamamen kaybolduğunu hatırlayınca heyecanlanmamak kabil olmuyor.

Bir çiçekle bahar gelmez, mâlum: Bizim çocuklarımız, -hatta itiraf edelim, bizler de- sümbülün adını türkülerden bilirler; çoğumuz çiçeğin kendisini görse tanımaz. İstanbul Belediyesi birkaç seneden beri park ve bahçelerinde "lâle ile sümbül" yetiştiriyor ki kim akletti ise elleri yeşersin. Vaktiyle zihnimizi ve gönlümüzü güzelleştirip zenginleştiren yüzlerce, binlerce kültür unsuruyla yeniden yüzyüze gelmeyi, artık sadece küçük bahtiyar tesâdüflere borçlu hâle geldik. Bu yüzden Osmanlı lâlesi'nin minyatür ve çinilerdeki iki boyutlu soyut halinden kurtularak yeniden elle tutulur bir güzellik nesnesi olarak hayatımıza katılması çok önemlidir ve keşfin sahibine ödül verilmesi gerekir.

Yıllardır kelimelerin de unuttuğumuz çiçekler, hiç okumadığımız kitaplar, varlığını bile bilmediğimiz serin ve kuytu bahçeler gibi yeniden yaşanması gereken güzellik zümresinden olduğunu hissettirmeye çalışıyoruz; karınca-kararınca bir gayret bu. Kime ne derece faydası dokunduğu da ayrıca pek su götürür bir meseledir ama bazı nobranlar çıkıp da "Türkçesini yaz kardeşim, anlamıyoruz" diye kendince pek halkı bir perdeden yakınınca eliniz ayağınız buz keser.

FARKETMEK ZENGİNLEŞMEKTİR

Meselâ, "fasîle" kelimesini bilmediği için yazarına sitem eden kardeşim, ezkazâ bir ağaç kuytuluğunda Osmanlı lâlesi görse ayırdedebilecek miydi acaba? Zenginlik ayırd etmek, farketmektir. Dedelerinizden biri "Risâle-i Lâle" adlı eserinde 558 lâle cinsinin adını sıralamıştı; bugünün standart fakülte mezunu, tabiatta arpa ile buğday bitkisini birbirinden tefrikde çâresizdir. Tabiattan kopuşumuz çok dramatik ve kesin bir gerçektir; hayatı sürdürmek için tabiatla iyi ilişkiler kurmak ve geliştirmek zorundayız. Sadece karnımızı doyurmak için değil, "eşya" yani "şeyler" hakkındaki bilgimizi geliştirmek için tek, ebedî ve ezelî bilgi ve malzeme kaynağımız tabiattır. Tabiat üzerine bilgilerimizin derinleşmesini ölçebilecek en iyi kıstas, yine tabiatla ilgili terim ve kavramlara bizzat verdiğimiz isimler listesinde görünür. Biz artık tabiatı, Batılıların katalogladığı isim listelerinden öğrenir duruma gelmiş bulunuyoruz. Evrensel bilgi birikiminden elbette yararlanacağız fakat bu kolaylığa teslim olmak, 'isim koymak hakkı'mızdan vazgeçtiğimiz anlamına da geliyor; eşyaya verdiğimiz isimler, bizim tabiatla kurduğumuz ilişkilerin mâhiyetini ve kalitesini gösteren bir mihenktir.

"LİLA" DEĞİL EFENDİM, AÇIK EFLÂTUN

Türkçenin hâlâ bir "renk isimleri ansiklopedik sözlüğü" yoktur. Birkaç yakın tanıdığıma hemen bir renk isimleri sözlüğü hazırlaması için cesaret verip yardımcı olacağımı vaad ettimse de aldırış eden olmadı. Bilgisayar dünyasının dijital imkânları sayesinde bugün "milyonlarca renk" bir fantezi olmaktan çıktı, elle tutulur, nitelenebilir bir vasıf kazandı ve bilgisayar ortamında renkleri muhtelif kodlarla numaralandırıyoruz. Renkleri kodlamak, bilgisayar ortamında doğabilecek problemleri çözüyor ama gündelik hayatta, sanayide, sanatta, hâsılı renklerin bir isimle adlandırılması gereken her yerde renk isimlerine ihtiyacımız var. Bayrak kırmızısının adı "macenta" oldu; açık eflâtun "lila"; sarıya çalan açık kiremite "somon" diyoruz. Badana ve boya kataloglarındaki renk isimlerinin çoğu artık bize ait değildir. Ressamlar, sanatçılar artık 'Alizarin kırmızısı'ndan, 'Prusya mavisi'nden, 'Hint sarısı'ndan, Kadmiyum yeşili'nden, Titanyum beyazı'ndan bahsediyorlar. Şüphesiz doğru rengi kasdetmek için evrensel kodlamaları tercih etmek pratik bir tutum ama bu pratiklere itaat ettikçe, çevremizdeki dünya, bizlerin içinde emâneten yaşadığı bir iklim haline geliyor; bize dair özellikleri siliniyor ve kendimizi yabancılaşmış hissediyoruz.

Gelecek kuşak tirşe, ebrûli, yavruağzı, ördekbaşı yeşili, patlıcânî mor, eflâtun, leylâk, çivit gibi kelimelerin karşılığını bilmeyecekler.

Ve çok şey kaybettiklerini bile bilemeyecekler aslında.

BİR LÂLE İLE TÜRK RÖNESANSI OLMAZ!

"Osmanlı lâlesi" örneğini küçümsememeliyiz; vaktiyle sahip olduğumuz değer ve kavramlara yeniden erişmek için büyük enerji ve zaman kaybediyoruz; hatta çoğu kere bu gibi değerlerin farkında olmadığımızı görmek bile insanın canını acıtıyor. Meselâ Osmanlı mimarlığı ile neredeyse bütün bağları kestiğimiz için, bırakınız farklı bir millî mimarlık akımı başlatabilmeyi, mimarlığı bile alfabesinden başlayarak yeniden öğrenmek durumdayız. Lisan'da yaptığımız "devrim" ile farkedilebilir ve algılanabilir dünyamızı kendi elimizle daralttık; tarihle kurmamız gereken sağlıklı ilişkiler o kadar yetersiz ki, bugün yaşayan nesillere "dedelerinin torunu" diyebilmekte zorlanıyoruz.

Geride daha "Osmanlı lâlesi" gibi tesâdüfen keşfedilmeyi bekleyen o kadar fazla kültür unsuru var ki...

AKLINIZDA BULUNSUN: SESLİ KİTAP PROJESİNE DESTEK VERMEK İSTEMEZ MİSİNİZ?

Sesli kitap konusunda, karakutu.com sitesinin yöneticisi Mustafa Yüce'den mektup aldım. Sayın Yüce mektubunda, site üzerinden sesli kitap hizmeti vermenin ve yaygınlaştırmanın bürokratik zorluklarından haklı olarak yakındıktan sonra sesli kitap projesine destek olacak sponsorların katkılarını beklediklerini ifade ediyor.

İlgilenen kişi ve kuruluşlar [email protected] adresi üzerinde Mustafa Yüce ile görüşüp daha etraflı bilgi edinebilirler.

Çorbada tuzum bulunsun dileğiyle ben de, yayınlanmış kitaplarımdan herhangi birinin "sesli kitap" yayın hakkını Karakutu'ya devretmeye hazırım. Söz.


Kaynak (Arşiv)