"Osmanlı" hatunları

Eskilerin "Osmanlı" diye tabir ettikleri bir hanım tipi vardı; çocukluk yaşlarımızda bu Osmanlı hanımlardan bazılarını gördük.

Osmanlı lâfı boşuna değil, hükûmet gibi muktedir, devlet gibi gönlü geniş ve diğerkâm hatunlar bunlar.

Yoksulu da Osmanlı, varlıklısı da. Osmanlılık onlarda bir hâl olmuş.

Bize bir millet olduğumuzu hatırlatacak örneklere her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz günler geçiriyoruz. Millet olmaktan kasdım mevcudiyetimizi ve geleceğimizi izah ederken gönül rahatlığı ile atıfta bulunabileceğimiz bir kitlenin varlığından emin olmaktır. Üstün meziyetlere sahip, insani değerleri baş üstünde gezdiren ve kendileriyle aynı safta olmaktan hoşnutluk ve gurur duyabileceğimiz bir kitledir bu.

Geçenlerde, biraz da dinlenmek kasdıyla "Kanatsız Kuşlar Şehri" adında bir kitap okuyordum. Yazarı Emir Kalkan. Ötüken yayınları arasında iki kitabı neşredildi. İlki Kanatsız Kuşlar Şehri 2002 yılında Yazarlar Birliği ödülünü kazanmıştı. İkinci kitabının adı: Elveda Şehir. Son zamanlarda şehir edebiyatı kapsamına giren en güzel kitaplar bence. Emir Kalkan 1948 doğumlu, Kayserili ve iyi yazar.

Derken kitabın 150. sayfasında "Kamer Hatun" başlıklı yazıya geldi sıra. Kamer Hatun, Kayseri'nin güneyindeki mıntıkalarda yerleşen Avşar Türkmenlerinden bir aşirete mensup. Artık ailesinin ve aşiretinin atası sayılacak derecede yaşlanmış, hatır sahibi, hayırsever ama cemiyet içine pek içinde çıkmayan bir hanım.

Günün birinde Kamer Hatun yakın köylerden birinde öksüz bir kızın talibi çıktığını duyuyor. Oğullarına haber gönderip küçük bir aile meclisi kurduktan sonra herbirine ayrı görevler verip, kimsenin haberi olmadan bu öksüz kızın alıyla puluyla gelin edilmesi için gerekenin yapılmasını öğütlüyor. Oğulları bu arzuyu emir bilip derhal gerekeni yerine getiriyorlar.

Bitmiyor.

O güne kadar düğünlere pek iltifat etmeyen Kamer Hatun, öksüzün düğün günü gelince bayramlıklarını kuşanıp komşu köye düğün evine gidiyor. Onun gittiğini farkeden herkes, bu ziyaretin sıradışı bir sebebe bağlı olduğunu sezerek düğün evine akın ediyor. Kamer Hatun'un elini öpmek, duasını almak için kuyruğa giriliyor. Bir yandan davullar vuruluyor, zurnalar feryad ediyor, damların üstü salkım saçak insanla dolu. Tam da gelin evinden çıkacağı esnada Kamer Hatun davulcuya "vur" emrini veriyor.

Gerisini yazardan dinleyelim:

"Ve davulcu ağır, koyu, gizemli bir 'ağırlama'ya girdi. Gümbürdüyordu davul... zurna gökleri inletiyordu.

Meydana çıktı, durdu, doğruldu. Alnından yeşil çatmasını çıkarıp eline aldı. Ve zayıf, ağır adımlarla, yeşil çatmasını sallaya sallaya dönmeye başladı.

Çığlığa kesildi oba.

Kadın, erkek, çoluk, çocuk...

Zılgıtlar, feryatlar...

Yer göğe kavuşuyordu.

Diğer yaşlı kadınlar da kalktılar hemen... koşuştular. Akranı, yoldaşı, eşi, taydaşı. Elif Bibi, Güllü Bibi, Pembe Bibi, Döne Bibi... el ele dizildiler. Altı yorgun keklik dönüyordu ortada. Köyün ihtiyar erkekleri belli etmeden ağlıyorlardı. Göklere ulaşıyordu çığlıklar.

Yeşil çatması uçuyordu havada Kamer Hatun'un...

Kamer Hatun halaya çıkmıştı.

...

Padişah düğünlerinde oynamazdı Kamur Hatun... O günden sonra o düğün, Kamer Hatun'un halaya çıktığı düğün diye anıldı hep."

Mesele şurada şimdi; bakınız etrafınıza, kıyı-bucak iyice bakınız. Nerede bu Kamer Hatunlar? Şüphesiz bir yerlerdeler, şüphesiz yine yetimin öksüzün elinden tutuyor, kırık gönüllerini onarıp gamlı günlerini şenlendiriyorlar ama niçin biz onları farketmekte zorlanıyoruz. Bakmasını bilmediğimiz için midir?

Bir başka hikâye daha aynı kitaptan.

Ebe Hatun belli ki yazarın anne veya babadan ninesi. Torunlarına, etrafındaki çocuklara, "Cem'i cümleyi, kurdu kuşu evlâd-ı âyâli ile, çoluğu çocuğu ile bahtiyar eyle, darda kalmışı kurtar, hasretlerini kavuştur, hanelerimize bereket ver Yarabbi" diye dua etmeyi öğreten, "Kimseyi kınamayın, sakın ha, elim yakanızdadır" tembihinde bulunan, mahallenin delisi Döne'yi haftada bir evine alıp yıkayan, saçlarını tarayan, sandığından çıkardığı elbisesiyle giydiren bir güzel hatun.

Yazar, ninesinin öldüğü günü anlatıyor, (154 vd.) cenazede bir hanım, akrabadan olmamasına rağmen herkesten fazla ağlıyor. Bu hal yazarın dikkatini çekiyor, sabaha karşı el ayak çekilince bir köşeye çekip soruyor yazar. Kadın anlatıyor:

"Köyde, yanyana, bitişikmiş evleri, yıl 1942, dehşet bir kıtlık var ortada. Bebeler, çocuklar, yaşlılar açlıktan düşüp ölmekte, bir lokma ekmek, bir sandık altından kıymetli... ebemin yoldaşı, iki bebesiyle perme perişan. Bizim evde un var, her gün ekmek pişiyor ve ekmek pişer pişmez ebem hemen iki tane alıp kimseye göstermeden komşu kadına yetiştiriyor. Bir gün yine sacın üstünden kaptığı gibi iki ekmeği komşuya koşar ama kapıya çıkınca bakar ki, karşıdan kayınbabası gelmekte. Korkusundan sıcak bazlamaları işliğinin altına saklayıverir.

Sıcak bazlamalar çıplak etini yakmış.

'Hâlâ karnında o izler durur' dedi kadın, fersiz gözlerinden yine yaşlar döküldü.

Bu öykü altüst etti beni. Zaten ulaşılmaz olan ebem gözümde bir kat daha büyüdü. Annemi yanıma alıp çıra lambasının loş ışığı altında tabutun bulunduğu odaya girdim, kefeni açtım ve tam karnının ortasında 35 yıl evvelinden kalan yanık izini gördüm, yuvarlak, bazlama büyüklüğünde, pembe bir yanık iziydi bu.

Ve minnetle, minnetle öptüm yanık izlerini..."

Haydi bakalım!.

Eskilerin "Osmanlı" diye tabir ettikleri bir hanım tipi vardı; çocukluk yaşlarımızda bu Osmanlı hanımlardan bazılarını gördük. Osmanlı lâfı boşuna değil, hükûmet gibi muktedir, devlet gibi gönlü geniş ve diğerkâm hatunlar bunlar. Yoksulu da Osmanlı, varlıklısı da. Osmanlılık onlarda bir hâl olmuş. Sözü dirhemle tartıp da söyleyen, bir kaş yıkışıyla bir evlilik kurtaran, sükûtuyla yargı kesinleştirip iki çift lâfla küskünleri barıştıran, o "hâl" ile insanları edebe, ölçülü davranmaya çağıran muazzam kadınlar. Nesilleri kesildi mi? Hiç sanmam, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, onlar gibilerin yüzü suyu hürmetinedir diye inanırım hep. Onların neslinin kesildiğine inanmak, biraz da imansız kalmak gibidir ama belki biz bakmasını bilmiyor veya yanlış yere baktığımız için göremiyoruz.

Benzemezleri yanyana getirip millet eyleyen harcı böyle hanımlar yoğurur ancak. En büyük insani değerleri, sanki önemsiz şeylermiş gibi alışıldık bir tavırla tutup kaldıran, savunan ve onlara hayat veren insanlardır ve iyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin aramızda müşterek bir değer olarak son nefese kadar yaşaması için böyle hikâyelerin yeni kuşaklara anlatılması lâzımdır.


Kaynak (Arşiv)