Ortadoğu hakkında devlet şûrası
Yine tezkere günlerini hatırlatan bir kanaat bombardımanı altındayız. Lübnan'da teşkili düşünülen barış gücüne asker verip vermemek meselesi etrafında senaryolar üretiliyor.
Böyle kararları elbette kamuoyu vermez, erbâbı bilir ki kamuoyu bu gibi kararlara "hazırlanır"; şimdi yaşamakta olduğumuz da böyle bir süreçtir.
Bizim bu gibi meselelere bakışımızı, o an'anevî, "yurtta sulh cihanda sulh" formülasyonu ile göğüslemeye artık imkân kalmadı. Dünyanın en fitne-fücur kriz düğümlerinden başlıcalarını teşkil eden Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu üçgeninin tam da ortasında yer alan Türkiye'nin dış politikada "ne şiş yansın ne kebap" şeklinde okunabilecek bir sâbit statüko çizgisi takib edebilmesi, konjonktürün elverişliliği ile izah edilebilirdi; artık böyle bir lüksümüz yok. Bir de şöyle düşünelim meselâ; biz Güneydoğu hududuyla kimlerle komşuyuz: Irak hükümetiyle mi, Kuzey Irak'taki "Kürdistan" yapılanmasıyla mı, ABD ile mi, yoksa İsrail'le mi?
Doğru cevap, "hepsiyle"dir.
O yüzden bugün bizim bir Ortadoğu politikamız yoktur; mevcut idiyse de kadük hale gelmiştir. Bölgenin bütün aktörleri müthiş bir hareketlilik içindeyken bizim meselâ, "Irak'ın toprak bütünlüğü"nde ısrar edici çizgimiz çok mânâsız kaldığı gibi, Türk devletini de fark edilir bir zaaf ve şaşkınlık halinde gösteriyor. İsrail'i en erken tanıyan devletlerden biriyiz; elli seneden beri hayli dostâne ilişkiler geliştirmişiz. İsrail'in "hasm-ı bîâmân"ı gibi görünen Hizbullah ve Hamas ise "yarı resmî" tarzda sempati hâlemizin çerçevesindedir. Karışık, muğlak bir hâl. Bu sisli ortamda vuzuha kavuşan bir başka zaafiyetimiz ise PKK ile başladığını varsaydığımız Güneydoğu mahreçli kalkışma eylemlerine karşı geliştirilen siyasetin, bugünkü neticeleri itibariyle başarısız olduğudur. Bu konuda inisiyatifi kerrât ile basiretinden endişelenmekte kendimi haklı gördüğüm bir "tiyatrocu-şair"in acıklı mektubuna kaptırıveren politikayı sorgulamakta mâzuruz.
Bu yüzden Bayan Condoleeza Rice, "Yeni bir Ortadoğu'nun zamanı geldi." dediğinde bakışlarımızı, bu garip fiili durumu yorumlamasını beklediğimiz hikmet-i hükûmet sahiplerine çeviriyoruz: Yeni Ortadoğu nedir, neyin zamanı gelmiştir ve biz eskisi gibi, "Ortadoğu'da I. Dünya Savaşı'nda çizilen sınırlara herkesin saygı göstermesini bekliyoruz" açıklamasını yapmakla işin içinden sıyrılma konforuna sahip miyiz; bu bâdirede siyasetimizin temel rükünleri nelerdir; kimlerle hangi kavram ve prensip etrafında ittifak yaparak, hangi kavram ve prensiplerle kimlere hasmâne tutum takınacağız?
Hükümetin çaresizliğini az-buçuk fark edebiliyoruz da, merkezî ve derin bürokrasimizin yaklaşımlarını, ordunun meseleyi ele alış tarzını, hatta ve hatta sair zamanda iç siyasete ayar çekmekle mâruf adliye ve ilmiye sınıfımızın beklentilerinden pek haberdar değiliz; kezâ iç hukuk mevzularında cevvâliyet serdeden devlet başkanımızın bu fiili durum hakkında devletin temel kurumlarını nasıl koordine edeceğini de bilmek istiyoruz.
İster beğenir, isterseniz dalganızı geçersiniz ama meselâ Doğu Perinçek'in kendince bir cevabı var. Diyor ki. "Türkiye ile ABD emperyalizmini cephe cepheye getiren bir sürece girilmiştir. Bu tarihsel süreçte, Türkiye'nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunma iradesini temsil eden partimizin hükümet sorumlulukları üstlenmesi kaçınılmazdır..." ve ardından ilave ediyor. "Günün en önemli görevi, milletimizin birliğini ve vatanın bütünlüğünü kararlılıkla savunan İşçi Partisi'ne üye olmaktır."
"Yarabbi şu akılları bir günlüğüne bana ver ki rahat bir uyku uyuyabileyim" deyip geçmek var ama Ortadoğu konusundaki siyasetsizliğimiz, artık dikkat çekici bir netlikle nümâyân oldu. En iyisi, tezelden bir devlet şûrası toplamak galiba. Bu hususu sayın Devlet Başkanı'mızın nazar-ı dikkatlerinde ehemmiyetine binaen arz ederim.