Orduya "öf" demek!
İsrâ Sûresi'nin 23 ve 24. âyetlerinde ana-babaya hürmeti çerçeveleyen müthiş bir hüküm var: "Rabbin, O'ndan (Allah'tan) başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilik etmeyi emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, onlara 'Öf' bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhametle alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: 'Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öylece merhamet et.' (23-24)"
Benzeyenle benzetilen elbette tamamen farklı olsa da bu âyet, Türkiye'de ordu ve toplum ilişkilerini, daha doğrusu milletin ordusuna bakışını layıkıyla anlamak için güzel bir teşbih teşkil ediyor.
Türk toplumu, "ordu" kavramının önemini ve tarihî ağırlığını iyi biliyor; bu, gündelik olayların ve yakın tarihe dair tatsız hâtıraların telkin ettiği bir bilgi değildir, bilakis derin tarihî tecrübelerden çıkarılmış son derece pratik bir hayat görgüsüdür.
İzah edelim.
Osmanlı Devleti, bugünün Marmara bölgesi dahil olmak üzere Balkan topraklarında kuruldu ve orta Avrupa'ya doğru genişlerken orta ve doğu Anadolu'yu, daha sonra Suriye, Mısır ve Basra körfezine kadar Irak bölgesini içine aldı.
18\. Asırdan itibaren orta Avrupa'dan çekilmek zorunda kaldık; askerî mağlubiyetleri, sivil ahalinin göçü takib ediyordu ve bu göç dalgaları esnasında akıl almaz eziyetler, katliamlar ve yoksulluk manzaraları yaşanıyordu. 1876'daki büyük göçten sonra (Balkanlar ve Kafkaslardan onbinlerce insan, canlarını kurtarmak için Türkiye'ye çok güç şartlarda akın ettiler) geçtiğimiz yüzyılın başlarında (1912-13) Balkanlar'dan neredeyse tâ Yeşilköy'e kadar geriledik. İstanbul'a 40-50 kilometre mesafede çarpışan ordumuz, siyasi çekişmeler yüzünden ikmâl arızaları yaşarken bazı birliklerimiz açlıktan ağaç kabukları kemirmek zorunda kalmışlardı; oysa ki beş on kilometre yakınlarındaki istasyonlarda orduya destek için gönderilen vagonlarca yiyecek başıboş yatmaktaydı. Bu yüzden Balkan Harbi, en az Millî Mücadele kadar bilinmesi gereken ibretlerle dolu bir çatışmadır (Bu konudaki görebildiğim en derli toplu monografi Richard C. Hall'a ait: "Balkan Savaşları, 1912-13- I. Dünya Savaşı'nın Provası, Homer Yayınları, Ãev: M. Tanju Akad, İstanbul, 2003, 224 s.) Bu harp Türklere şunu bir kere daha ve en acı şekilde öğretti: Ordunun çekildiği yerde İslâm ahalisinin canı, ırzı, malı ayak altında kalmaktadır ve bayrak da ordunun hükümran olduğu yerde dalgalanan bir can teminatıdır.
Birkaç sene sonra büyük harp başladı; Doğu Anadolu Rus işgaline uğrayınca yeni bir göç dalgası ile Türkiye yeniden sarsıldı; Ermeni tehciri kararı, bu zorlu ve kara günlerin mahsulüdür çünkü askerin olmadığı, kamu nizamının geçmediği yerlerde insanlığın değil, vahşetin sesi hükümran oluyordu.
En acısını Millî Mücadele esnasında yaşadık. İstanbul başta olmak üzere İzmir ve Ege bölgesi Yunan işgaline uğradı; güneyde Ermenilerle işbirliği yapan Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler, ardından Sevr kâbusu...
Türk askerinin çekildiği yerde İslâm ahalisinin yaşama şansı kalmıyordu. Millî Mücadele'nin en dramatik ânı ise, Kuvayı Milliye çetelerinin tasfiye edilerek Türkiye'de düzenli ordunun âmil kılınmasıdır; devlet böyle kuruldu. Türkler, işte bu yüzden orduya ve o 'melhâme-i kübrâ'yı dirayetle yöneten Mustafa Kemal Paşa'ya karşı büyük bir minnet duyarlar.
Türkiye Cumhuriyeti'ni fiilen kuran bu ordudur; bu ordu, TBMM tarafından yönetiliyor ve onun adını taşıyordu: TBMM Ordusu. Askerî zaferden sonra ordunun başkumandanı M. Kemal Paşa, yönetimi başka siyasi kuruluşlara devretmek yerine Müdafaa-yı Milliye Cemiyetlerini örgütleyerek siyasi iktidarı bizzat kontrol etmeyi tercih etti. Zafer kazanan ordunun kumanda heyetini yeni düzen karşısında çabucak bir karara zorlayarak Halk Fırkası'nı tek siyasi güç haline getirdi. Siyasi rakibi kalmadı. Muhaliflerini tasfiye etti ve sonra Türkiye'yi modernleştirici radikal kararlar almaya başladı.
Ãok partili hayata geçtikten sonra ordu, merkez bürokrasisi ile dayanışma halinde muhtelif fasılalarla siyasete müdahele etti. Hoşuna gitmeyen durumları Cumhuriyet'ten sapma olarak niteleyerek "kurucu ordu" rolünü sürdürmekte ısrar gösterdi. Ne yazık ki bu durum, hâlâ devam etmekte, fakat Türk halkı, ordusuna karşı tarihî saygısını bozmamaktadır.
"Onlara öf bile demeyin" esprisinin ardında işte böyle bir olgular dizisi var; Türkler, ordularına "öf" bile demiyorlar; ancak bu sabır hissinin içindeki saygı yerini muhafaza ederken sevgi azalıyor.
Orduyu yönetenler bu değişimin farkında mı; benim tahminim bilmedikleri yolundadır, çünkü ordu, Türk halkının mühimce bir kısmını layıkıyla tanımıyor; ordunun doktriner çerçevesi, halkı iyi tanımak için yeterli empati imkanını sağlamıyor. Tehdit değerlendirmelerinde 'irticâ'ın hâlâ baş sırada yer alması, ordunun, kendi toplumunu tanıma ve teşhis etme hususunda çelişkiler yaşadığını gösteriyor; ordunun tesbitine göre irticâ ve bölücülük tehdidinin 85 seneden beri azalmak yerine artması çelişik bir durumdur ve orduyu ister istemez kendi halkına karşı mevzilenmek mecburiyetine iter.
Gönül incitici nokta da bu zaten.
Bu değerlendirmeyi ciddiye almak gerekirse, 85 seneden beri hiç hata yapmayan bir tüzel kişilikle, mütemadiyen hata yapan ve bunda ısrar eden bir toplum karşı karşıya demektir! Bir şey yanlış gidiyor; bu açık!
Evet bir yerde yanlışlık var ve bana göre bu yanlış topluma ait değil: Bu yanlışı düzeltmek için yönetenlere düşen şey, halkın hangi konuda, nasıl ve niçin böyle düşündüğünü bilmek ve ona uygun davranmaktan ibaret. Problem şu ki, hatalı ve eksik teorik çerçevesinden ötürü topluma baktığında ordu, olanı değil sadece kendi teorisi bakımından görebileceği şeyleri görüyor.
Bu hatâ düzelmeli, düzelmeli çünkü "ilmî" değil. Tümdengelimci, önyargılı bir bakış açısının ürünü. Bu perspektif orduya nihai tahlilde itibar kazandırmaz. Bu güzide kuruma düşen görev, üzerinde hâlâ vesâyet iddia ettiği toplumu bütün veche ve ayrıntılarıyla tanımak için yeni bir teorik bakış geliştirmektir.
"Yeni teorik bakış" , Cumhuriyet'i, laikliği, Atatürk'ü ve etrafındaki değerleri geçersizleştirmek değil, bilakis doğru değerlendirerek onlara itibar kazandırmaya hizmet edecek ve ordunun topluma bakışındaki optik kaymaları düzeltecektir.
AKLINIZDA BULUNSUN: TARAF'I SEVDİM
II. Cumhuriyetçilik kavramı, kâğıt üzerinde mâkul ve yapıcı eleştiriler taşıyor olsa da, belki de temsilcilerinden fikre sirâyet eden bir tesir sebebiyle bana latif gelmiyor. Buna rağmen II. Cumhuriyetçilerin sesini duyuracağını vadeden Taraf gazetesi bana hayli sevimli ve sıcak bir gazete gibi göründü.
İnşallah uzun ömürlü olur; fikrî çeşitliliğimize yeni renkler katar ve Türkiye'nin muasırlaşması davasına olumlu katkılarda bulunur.
Başarılar Taraf!