Ordu, siyaset ve toplum ilişkilerinde yeni bir çığır açılırken

Türkiye'de sağ-muhafazakâr geleneğin kültür köklerinde orduya ve askere muhalefet yoktur. Bu hissî yaklaşımın uzak izleri zannımca Osmanlı siyaset kültürünün temelini teşkil eden "daire-i adalet" kavramında bulunabilir. Bu teorinin başlıca esaslarını şöyle sıralayabiliriz:

- Bir devlet ki, asker olmadan ayakta durmaz.

- Sadece para ile asker toplamak mümkün değildir.

- Para ise ancak toplumu teşkil eden ahalinin katkısıyla bir araya getirilebilir.

- Toplumun devletine para aktarması ve itaat etmesi, ancak yönetimin halka adaletle yaklaşması ile mümkün olur.

- Adalet ki dünyevi (kamu düzeni) işlerin iyiye gitmesi için şarttır.

- Dünya ise duvarlarını devletin teşkil ettiği bir bahçeye benzer.

- Devletin düzenleyici ruhu ise şeriattır (hukuk).

- Dünya malına ve paraya düşkünlük şeriate sığmaz.

Bu noktadan sonra "daire-i adalet" yeniden ilk esasa bağlanıyor, yani, "bir devlet ki, asker olmadan ayakta durmaz."

ADALET ÇEMBERİ ESKİ VE MODERN BİR TEORİDİR

Kınalızâde Âli'nin "Ahlâk-ı Alâî" isimli önemli eserinde zikredilen ve meşhur Koçibey Risâlesi'nde de atıfta bulunulan Daire-i Adalet kavramı, sadece Osmanlı'lara mahsus bir devlet teorisi sayılmaz; bütün tarihi İslâm-Şark damgalı kamu düzenlerinde "Devlet-Asker-Para-Toplum-Adalet-Kamu Düzeni (bu kavram eski kaynaklarda "Nizâm-ı âlem, dünya" gibi karşılıklara sahiptir)-Şeriat (hukuk) gibi siyasetin esas unsurlarının nasıl bir düzen içinde birbiriyle ilişkilendirildiğini görüyoruz; bu ilişkiler düzeni "tarihî", yani geçmişe aittir; hem de moderndir; çünkü yukarıda sayılan unsurlar dün olduğu gibi bugün de siyasetin temel meselelerini teşkil ediyorlar.

Elbette bu temel yaklaşımı destekleyen çok zengin bir tarih tecrübesinin ağırlığını da bu hesaba ilave etmeliyiz: Türkler, askerî hareketlilikleri ile tarih sahnesinde karakterlerini koruyup düzen kurabilen bir topluluktu; Ortadoğu ve Balkan toprakları ise uzak ve yakın tarihte daima stratejik, politik ve dinî açılardan "zor" bir coğrafya teşkil etmiştir. Bir seneden beri bu zor coğrafyada sadece tutunmakla kalmayıp, esasında İslâmî bir egemenlik iddiası taşıyan devlet ve medeniyeti temsil edebilmek, askerî hareketlilik ve üstünlük olmaksızın başarılamazdı.

Bu tarihî ve sosyal nükte, bugün en cahil Türk'ün zihnî arkaplanında hâlâ yaşamakta olan canlı bir olgudur. Türk sağı'nın ordu kavramına bakışını işte bu özet bilgilerle izah edebiliyoruz.

ORDU-TOPLUM ARALIĞI NASIL AÇILMIŞTI?

Bu tarihî izahta kırılma noktası, Türk-İslâm tipi devlet modelinin Batılılaşma safhasına girmesiyle başlıyor. Pratik ve kısa anlatımıyla Batılılaşma, Batı'nın meydan okuyuşuna karşılık verebilmek için, devlet düzeninin ıslah edilmesinde evvela ordunun ele alınmasını gerekli kılıyordu. Mâli ve idari düzeni ıslah yerine işe pratik yaklaşarak reforma ordudan başlamanın isabetli olup olmadığı elbette tartışma götürür ama biz bunu münakaşa etmeyeceğiz. Osmanlılar, Adalet çemberi'nin diğer unsurlarını olduğu gibi bırakarak sadece ordu ve askerin modernize edilmesiyle çemberi takviye edebileceklerini düşündüler ve bütün enerjilerini ordunun modernizasyonuna, yani Batılılaştırılmasına yoğunlaştırdılar. Dikkatle hatırlanması ve düşünülmesi gereken bir nükteyi hatırlatmanın yeridir: Osmanlılar, orduyu Batılılaştırırken İslâm ulemâsının onaylayıcı fetvâsıyla hareket ettiler. Batılı reformlara İslâm ulemasının muhalefet etmesi, yakın tarihimizde Batıcıların uydurduğu bir efsanedir. Elbette ulema, Batılı kurumları içten gelen bir sempatiyle değil, sadece "kerhen" destekledi ve böylece Türk ordusu, diğer sektörleri zamanın tabii ritmine uygun tarzda ağır ağır değişirken Türk devletinin (ve toplumunun) en hızlı değişime uğrayan parçası oldu.

XIX. ve XX. asırlar, Osmanlı Devleti'nin hayat-memat mücadelesine denk geldi. XIX. asırda can çekişen devlet, XX. asırda yıkıldı ve yenisi kuruldu; bu esnada ordu, devlet dinamizmini çoğu zaman tek başına temsil etti ve "nigehbân", yani "kurtarıcı" ve üstelik "kurucu" rolünü üstlendi. Saltanata dayalı monarşi tarihe karışıp yerini halk idaresi Cumhuriyet alırken ordunun düzen içindeki önemi değişmedi, ağırlık kazandı. Ordu, Cumhuriyet toplumunun ve rejiminin en "avantgarde", en ilerici ve Batıcı ideolojisinin koruyuculuğunu sahiplenirken ister istemez toplumun benimsediği genel dünya görüşünden uzağa düştü. Cumhuriyet'in çok partili yıllarına tesadüf eden askerî darbe ve müdahaleler, ordu-toplum mesafesini keskinleştirip belirgin hâle getirdi.

Her şeye rağmen toplum nazarında orduyu, eski dokunulmazlık itibarından sıyrılarak tenkit edilebilir bir kurum hâline getiren esas saik, askerî darbeler yoluyla askerin siyasete ve devlete müdahalesi değil, bölücü terörle yaklaşık 25 yıl boyunca sürdürdüğü mücadele zaafları oldu. "Siyasetle ilgilenmek, bir noktadan sonra elbette ki bizim en tabii meselemizdir" diye konuşmaktan çekinmeyen, sık sık bildiri yayımlayarak sivil yöneticilerden sahne alan ordu yöneticileri, toplumun özellikle orta ve alt katmanlarının nazarında yavaş yavaş, "mademki siyasi sorumluluk üstleniyorsun; o hâlde hesap verebilmelisin" noktasına doğru geldiler. Ordu yöneticileri ise siyasette inisiyatif sahibi olmakla, siyasi sınıfın hesap verme sorumluluğu arasında bir tercihte bulunmak noktasında giderek zorlanmaya başladılar ve her iki rolün aynı anda sürdürülemez hâle geldiğini fark ettiler.

Karakol baskınlarıyla en üst noktasına gelen orduya yönelik tenkitlerin arkaplanında işte bu gibi olgular bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi Batılılaşma tarihinin yeni bir dönemine girmek üzere. Ordu-siyaset ilişkilerinde eski düzenin sürdürülebilmesine imkân kalmadı. Kaldı ki Türkiye'nin "muasır medeniyetler seviyesine" katılmak için gönüllü olarak benimsediği Avrupa Birliği projesinin siyasi icapları da Ordu-Siyaset ilişkisine "muasır" bir yapı getirme mecburiyetini hissettiriyor. Türk ordusu, tartışmasız şekilde Türk toplumunun en Atatürkçü kurumu. Muasır medeniyetler seviyesine gelmek ise Atatürkçülüğün, en önemli prensiplerinden biri. Ordu, AB standartlarına uyum meselesinde şimdiye kadar sürdürdüğü ikircikli tutumun artık sürdürülmez hâle geldiğini de görüyor.

Yeni bir dönemin eşiğindeyiz; ümidimiz, bu yeni dönemin kurumlarını yıpratmadan, eski tabirle söylersek, Adalet çemberini kırıp zedelemeden "hikmet-i hükûmet" fikrini bu bâdireden sağ-salim çıkarmaktır. Devletimizin gücü ve satveti, artık biraz da demokratik düzene gösterdiğimiz itina ve desteğe bağlı bulunuyor.

Şekil şudur: Ordu-Siyaset ilişkilerinde eski düzeni savunmak artık "gerici" bir pozisyondur; demokratik düzenin icaplarına saygı ve sadakat ise yegane "ilerici" yol.

AKLINIZDA BULUNSUN: DAİRE-İ ADALET

"Mülk zabt eylemez illa leşker; Leşkeri cem' idemez illa mâl; Malı cem' eyleyen raiyyettir; Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl; Adldir mucib-i salâh-ı cihan; Cihan bir bağdır dîvarı devlet; Devletin nâzımı şeriattır; Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk" Kınalızâde Âli, Ahlâk-ı Alâî


Kaynak (Arşiv)