Onuncu gezegen
Berrak yaz akşamüstlerinde iyice görünür hale gelen ay civarında bir gök cismi parlar; bu, bizim bayrağımızdaki yıldızın temsil ettiği gök cismi olsa gerektir. Astronomların haricinde adını kimse bilmez; lisede astronomi okuyanlar bu cismin, dünyaya en yakın yörüngede seyreden iki gezegenden biri olması gerektiğini akledebilirler; ya Merkür ya Venüs, hangisi?
Eski zaman insanları gökyüzüyle biz modernlerden daha fazla ilgiliydiler; sadece gökyüzüyle değil börtü-böcekle, nebâtatla, toprakla tabiatla ilgileri bizden daha fazlaydı. Yenilebilir bitkilerle alâkamız, manav tezgâhındaki yeşillikle sınırlıdır. Bâkir tabiat bizim için bir kitap olmaktan çıkalı çok oldu. Bir şeyi gözden ve zihinden nihân etmek için onu uzmanlık haline getirmek kâfi geliyor.
Onuncu gezegen keşfedilmiş; ilk dokuzunun seyrindeki ittiratsızlığı haylidir farkeden astronomlar, "başka gezegenler de olması lâzım" diyorlardı zaten. Bizim için onuncu gezegenin varlığı bir şeyi değiştirmeyecek. Halbuki "haberdar olmak" değişmenin kapısıdır; her "haber"le birlikte algıladığımız dünya bir başka şekle bürünür, bürünmek zorundadır. Eğer bizde bir şeylerin değişmesine yol açmıyorsa haber, "haberdar olmak" anlamına gelmiyor demektir.
O fıkrayı pek severim; "biz"i anlatır çünkü.
Köylü, tarlasında çocuğu ile birlikte çalışmaktadır. Derken çocuk, etrafındaki tabii sesleri yırtan, ihlâl eden farklı bir ses duyar. Elini gözüne siper edip başını göğe kaldırır,
-Babaa, der "bak teyyare geçiyor"
Baba şöyle bir döner oğluna, sonra gözlerini kısarak yukarıya bakar, "teyyare"nin gümüşi parlaklığını görür ve der ki,
-Elleme geçsin!
Bilgiyi haber olmak halinden çıkardığımızda onu iradi olarak ıskalamış, varlığını inkâr etmiş oluruz. Bir nevi mutluluk veren bilgisizlik durumudur bu. Haberdar değilsen, değişmek zorunda da değilsin, tâ ki haber gelip başına düşünceye kadar. Modernleşme tarihimiz, bu bakımdan biraz da "şeylerin gelip başımıza düşmesi"nin tarihi gibi okunabilir.
Askerliğimin bir yılı Tatvan'da geçti; çok sonraları farkettim ki göl kıyısında İşletme'nin feribotu haricinde insan elinden çıkmış bir başka yüzen cisim yoktur; bir sal, bir kayık, bir minik yelkenli tekne ve Fırat'ta vaktiyle kullanılan tulum cinsinden herhangi bir yüzen nesne... Gölün varlığı, (Tatvanlılar "deniz" derdi yanlış hatırlamıyorsam), kıyıdakiler için karanın ve hayatın bittiği yerdi. Günün birinde kışlanın mutfağına Adilcevaz civarında göle dökülen bir ırmak ağzında tutulan balıklar gelince şaşırmıştım. Sorgun kışlasının yanıbaşındaki subay plajından sonra bu küçücük balıklar Van Gölü'nün gündelik hayatımıza ilk müdahalesiydi. Denizcilikte geriliğimizin sebebi meraksızlığımızdır; "Denizin bilgisi ve bu bilginin haber değeri" karşısında kayıtsızlık.
Bu yüzdendir ki ahalinin kısm-ı küllisinin okur-yazar olması, Cumhurbaşkanı'nın zannı aksine "aydınlanma"ya filan yol açmamıştır. Okur-yazar olmak insanı aydınlatmaz, bilimin mayası meraktır, okur-yazarlık ise basit bir âlet; önemsiz değil ama basit.
Söz astronomiden açıldı; o minval üzre kapatalım; bir yetkili çıkıp açıklasın: Türkiye'de (profesyonel seviye bir tarafa) amatör gözlem yapılabilecek kaç teleskop vardır; nerelerdedir ve kaçı meraklıların ziyaretine açıktır? Teleskop dediğiniz atla deve değil, ortahalli bir sıfır otomobil fiatına iyi seviyede on teleskop edinmek mümkün çünkü. Bu sorunun cevabı, niçin o kadar zıraat fakültesi ve zıraat mühendisine sahip olduğumuz halde zararlı hormon ve ilaç bulaşığı taşıyan yiyeceklerle beslendiğimizi de izah eder.
Bizim gazete dün haber verdi ama yine de aklınızda bulunsun; onuncu gezegenin adı 2003UB313. Şu anda yörüngesinin dünyaya en uzak noktasında ve bu gezegende bir yıl, bizim hesapla 560 sene sürüyor.
Ve ben ömrümde hiç teleskop görmedim.