Önüm-arkam, sağım-solum "devlet"

Hayır, bu tamamen bizim alaturkalığımızdan, iştihamızdan kaynaklanan bir davranış bozukluğu olamaz; "N'olacak bu memleketin hali?" sualini her gün gündemin çengeline takan saik, toplum hezeyanının yansıması değil.

Devlet, gereğinden fazla müdahil, olması lazım gelenden daha çok merkezde ve aslında kaldıramayacağından daha çok sorumluluk ve yük omuzlamış durumda. Gelir dağılımını en mikro seviyelerde bile devlet tayin ediyor, son derece hantal ve tutucu bir bürokratik yapıyı, bilinen bütün mahzurlarına rağmen idame ettiriyor; hürriyetimizin sınırlarını tayin ediyor, bizim standart hürriyetler kullanmamıza şüpheyle bakıyor. Bakanlar Kurulu'nun her toplantısı, gündelik hayatımızı yakından ilgilendiriyor. Devlet kendi işleyişinde rutine tahammül edemiyor. Rejim ve sistem üslupları bir yana, kendisini daima ön planda, belirleyici ve merkezî bir mevkiide tutmak saplantısından ötürü Türkiye'de devletin bizatihi vahim bir problem haline geldiğini söyleyebiliriz.

Devleti ele geçirmek, devlete hülûl etmek veya sızmak bir savcı iddianamesinde okunduğunda hainâne bir tertip olduğu intibaını uyandırıyor. Devlet memuriyeti için dilekçe veren her insan potansiyel suçlu mudur? Aşırı merkezîleşmenin mahzurlarından kurtulmanın Türkiye'deki en emin yollarından biri merkeze yakın olmak veya bizzat merkezde bulunmaktır. Ülkemizde "güçlü, sözü geçer ve nüfuzlu adam" demek, Ankara'da dediğini yaptıran, problem çözen veya en azından Ankara'da derdini anlatabileceği bir "lobi"ye mensup adam anlamına gelir ve şu Ankara'da ne çok "gayrıresmî ama çok etkili" "lobi" mevcuttur. Her lobinin devlette çok sağlam tutamakları ve bağlantıları vardır. Bürokrasinin rutin prosedürüne müracaat ederek devlet katında netice alınamaz; ayrıca "torpil" gerekir. Sanmayalım ki Ankara, öğretmen tayininden, taşranın filan kasabasına kavşak sinyali yerleştirilmesine kadar her türlü ayrıntıyla uğraşmaktan bîtab düştüğü için yakınmaktadır? Asla! İdari ve siyasî mekanizmamızın işleyiş üslûbu o çok bilinen şarkıda söylendiği gibidir: "Ankara, Ankara güzel (?) Ankara / Senden yardım ister her düşen dara". İlk okunduğunda hiciv gibi geliyor; ama bu şarkı bestelendiğinde, herhalde merkeziyetçiliğe ve devletçiliğe senâ olsun maksadı takib edilmişti. Devlet bu konuda âdeta Tanrı gibi davranmak istidad ve hevesindedir: Rızk dağıtır, her şeyi bilir, onurlandırır, cezalandırır, işitir, görür, ezeli ve ebedîdir, yaşatır ve öldürür, yargılar, yanlış yapmaz, mutlak iktidar sahibidir, güzeldir, en büyüktür, şefkatlidir, intikam alır, güçlüdür, sözünde durur, âdildir vesaire... Bu kadar çok sıfatı, hâricen gönülsüzce gibi görünse de üstlenmek ve mûcibince amel etmeğe çalışmak mümkün mü? Dünyada böyle bir devlet hiç olmadı ve hiç olmayacak. Hatâlarını ve hastalıklarını bile istekli bir ubudiyetle iktibasa yeltendiğimiz Batılı kamu yönetimleri, en azından o kadar ortalık yerde ve ayakaltında durmamak konusunda gittikçe artan bir itina gösteriyorlar. Hukuk felsefelerini benimseyebilir veya reddedebilirsiniz; ama "hukuk devleti" denilen yönetim felsefesini samimiyetle takib ediyorlar; kamu cihazını herkese aynı mesafede ve görünür, denetlenebilir bir üslûba büründürüyorlar. Sıradan insanların kendi işleriyle, ufak"tefek dünya gaileleri ile meşgul olmalarına imkan tanıyorlar. Artık dünya çapında standartlaşmış kişi hak hürriyetlerini vatandaşla devlet arasında pazarlık mevzuu haline getirmeksizin ve hiçbir komplekse kapılmadan tatbik ediyorlar. Oralarda sıradan insanlar, küçük işlere ciddiyetle ve etraflı bir şekilde eğilebiliyorlar; biz ise daima büyük işlerle meşgul bulunduğumuzdan küçük işleri istihkârla aşağılıyoruz ve "ayrıntı disiplini"ne ihanet ettiğimiz için her gün bedel ödüyoruz; kaybettikçe gözümüzü ve gönlümüzü kamu işlerine mıhlıyor, lâf ile dünyâya nizâmat veriyoruz. Dünya işlerini tanzim etmek, küçük işlerin ihmâliyle başarılamaz. Bu derece yoğun siyâset konuşmak ve siyâsetle ilgilenmek sıradan değildir, maraz işaretidir; ama biz, asla görmezden gelemeyeceğimiz kadar iri ve kunt devlete karşı bir anlamda kendi hukukumuzu müdafaa için daima ilgilenmek zorunda bırakılıyoruz. Neredeyse herkesin tamamen kendine mahsus veya alelâde tarzda bir "Türkiye'yi kurtarma planı"na sahip olması doğrusu kara mizahın daniskasıdır.

Açık konuşmak lazımsa Avrupa Birliği'ne girmeye taraftar olanların kahir ekseriyeti, bu sâyede devletin "muasırlaşabileceği" ümidi ile bu konuda istekli davranıyorlar; iç dinamikler yoluyla devlet cihazının kendini asgarî hadlere kadar küçültebileceği ümidi tamamen kırılmıştır ve doğrusu bu pek ağır bir psikolojik tablodur. AB'ye, "Bizi ancak bu adamlar ıslah eder!" ön yargısıyla girmeyi düşünmek haysiyet kırıcı olduğu derecede "maalesef" doğru görünen bir beklentidir. Ben bu beklentiyi paylaşanlardan değilim; ama devletin derin ofislerinde AB'ye muhalefet edenlerle aynı pozisyona düşmek de hoşuma gitmiyor. O mahfillerde devletin eski kudret ve büyüklüğünü zedelememek için AB'ye muhalefet edilirken, ben, meselenin milli onuru zedeleyen üslûbuna karşı çıktığım için muhalif gibi görünüyorum; tam da içinde yaşadığımız gerçeküstü, abes ve komik tezatları şerheden bir garâbet.

"Devlete sızmak" tâbirini uluorta suç isnadı haline getirmek kolay; devlete sızmadan, devletle bir şekilde dirsek temasına girmeden bu ülkede "var olmak", adam olmak, üretmek, para kazanmak, ticaret yapmak, meslek sahibi olmak mümkün mü? Kütlesini gereğinden fazla irileştirip, kaldıramayacağından daha çok yükün altına girmese ve daima "merkez muhacim" mevkiinde top koşturup bütün penaltıları atmaya istekli olmasaydı, devlete sızmak kimin aklına gelirdi? Devlete meyletmeyip ticaret veya sanayi alanlarına "sızanlar"ı bile cımbızla ayıklamaya kalkışan bir kamu cihazına sızmaktan başka çare var mı bu ülkede?

Devlet artık şöyle ciddi bir perhize başlasa iyi olacak; bu kadar ağırlık neticede hepimizin sıhhatini tehlikeye sokuyor.


Kaynak (Arşiv)