Onları geçip işin özüne baktık: Aa!

Eylül başında Tunceli il merkezinde gece saatlerinde halı sahada futbol oynayan polislere, asker kıyafeti giydiği öne sürülen teröristler tarafından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.

Bu saldırıyla aynı dakikalarda şehrin bir başka yerindeki Özel Harekât polis noktası da silahlı saldırıya uğradı. İlk saldırıda Başkomiser Cem Kerman ile kendisini izlemek için seyirci yerinde oturan eşi Hilal Kerman şehit oldu.

Bu hadise birkaç gün kadar ilgi odağı olabildi; ardından bir kısım entelektüelimizin empati yapa yapa kafatasını aşındırdığı PKK'nın başka saldırıları gündemi değiştirdi. Haber duyulduktan sonra, Tunceli'yi Meclis'te temsil eden iki vekilin ama daha ziyade doğrudan Tunceli'den seçilmemiş olmasına rağmen doğma-büyüme Tuncelili CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun olaya nasıl tepki vereceklerini merakla izledim. Gözden kaçırmış olabilirim fakat takib edebildiğim kadarıyla basında bu hadise üzerine herhangi bir yorumda bulunduklarına şahit olmadım.

Bizde, "Sen kınadın, ben kınamadım; bakalım filancalar da kınayacaklar mı?" modası vardır. Bu modayı budalaca buluyorum; öyle hadiseler vardır ki, ayrıca kınamanız gerekmez, zaten menfurdur fakat burada farklı ve önemli bir ayrıntı vardı. Daha iyi anlayabilmeniz için başka bir örnek göstermek durumundayım: 1993'te Sivas'ta 2 Temmuz fâciası vukû buldu. Basınımız bu hadiseden sonra öyle bir kanaat fırtınası estirip öyle bir suçlayıcı dil kullandı ki, eşiktekinden keşiktekine kadar herkes, her Sivaslı suçlandı, sorumluluk hissetti; pek çoğu doğrudan sanık olarak ifade verdi. Sanık durumunda olmayanlar değil, yıllarca memleketine uğramayı ihmâl etmiş gurbetçiler bile sadece Sivaslı olmaktan ötürü yıllarca kinâyeli sözlere, öfkeye, târize ve açıktan suçlamalara muhatap kaldılar. Meseleden hiç haberdar olmadıkları, hatta olup biteni lanetledikleri halde mânen örselendiler. Bazı basın organları hâlâ bu itinasız dili kullanmaktan çekinmiyorlar.

Başta Kılıçdaroğlu olmak üzere iki Tunceli milletvekilinden bir yorum bir başsağlığı duymadık; sivil toplum kuruluşlarından da mânidar bir tepki, bir kınama gelmedi. Bu sessizliği, "Bakınız ayıplamadılar, demek ki saldırıyı destekliyorlar" şeklinde yorumlamak alçakça bir davranış olur; ben bu davranışı itinasızlık ve konuya bakışta yaklaşım hatası olarak nitelemeyi tercih ederim; zira söz konusu her üç isim de başka hadiseleri izlemekte gayet hassas ve titiz olduklarını bu süre zarfında gösterdiler ama. Kılıçdaroğlu'nun rutin beyanatlarını, özellikle "Onları geçin arkadaşlar, işin özüne bakın" yollu metodolojik tavsiyesini, arzusu üzerine kasden geçiyorum. Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün'ün ismini geçenlerde yeni hazırlanan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitaplarındaki teolojik hataları tek tek eleştiren etraflı beyanatıyla duyduk; tenkidlerini okudum, çoğuna katılmasam da saygıyla karşılamak durumundayım. Aleviliğin tarifini ve muhtevasını doğrudan Alevilere bırakmak en doğru yoldur âmennâ, fakat başka insanların acılarına saygı duymak, paylaşmak da okült bir şey değildir.

Öteki Tunceli milletvekilini artık bütün cihan tanıyor. Kamer Genç, birkaç gün önce AK Parti'nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunarak bir kere daha kendisinden bahsettirmeyi başardı. Sayın Genç iddiasını özetle Başbakan'ın Mısır'da söylediği, "Ben laik değilim, Müslüman'ım; ancak laik bir devletin Başbakanıyım" cümlesine dayandırıyor ve böylece devleti laiklik ilkesiyle değil, İslamcı bir anlayışla yönettiğini ileri sürüyor. Bu noktada iki kere tebessüm ediyoruz: İlki, aynı sözlerden ötürü Başbakan'ın İslâmcı yazarlardan sıkı bir fırça yemiş olmasıdır; ikincisi ise aynı sözlerle İslâmi devlet kurduğu iddiasının Kamer Genç'i öfkelendirmesi!

Not: "Benim için ölme, öldürme" kampanyasını kalpten destekliyorum.


Kaynak (Arşiv)