Öngörülebilir bir düşüş hikâyesi

Yaşar Nuri Öztürk, hemen televizyonlara çıkarak kitabında bu ifadelere yer vermediğini, bu suçlamaları yapanların kitabını okumadıklarını, sözlerinin çarpıtıldığını anlatmaya çalıştı. Ama bu defa şartlar çok farklıydı...

Yaşar Nuri Öztürk bir medya fenomenidir; batı dünyasında radikal ve ve popüler üslûbu ile kamuoyunda tanınmış vaizler olduğunu biliyoruz. Yaşar Nuri Öztürk, kendi kulvarını kendi emeğiyle açmış ve bir süre sonra taklid edilmeye başlanmış bir ilâhiyatçı; ona sadece vaiz sıfatı atfetmek haksızlık olur; ilim adamıdır, polemikçidir, gazete yazarıdır ve bir televizyon yıldızıdır; tamamen şahsına bağlı bir izleyici kitlesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Üslûbu, klasik kültürden ve gelenekten ayrıdır; iletişim çağının adamıdır ve bütün medyalardan ustalıkla istifade eder. Mahviyetkâr, kûşe—i uzletine kapalı ve şöhretten kaçınan bir tercihi yoktur; bilakis şık giyinmekten, bakımlı görünmekten ve konfor unsurlarını etrafında bulundurmaktan hoşlandığı anlaşılıyor; bu tahminleri basın dünyasının, devletin ve siyasetin elitleriyle iyi geçinmekten yana bir tercih koyduğu hususlarına kadar uzatırsak herhalde haksızlık etmiş olmayız. Vaktiyle Uzakdoğu savunma sporlarıyla ciddi surette ilgilendiğini de duymuştum.

Yaşar Nuri Öztürk etrafında kamuoyunda oluşan fikirleri kabaca iki grupta toplayabiliriz; sayıca hayli kalabalık bir hayran kitlesi ile sayıca az tenkidçiler; tenkidçilerin zaman zaman işi resmen münaferete dönüştürecek kertede menfi tavır aldıklarını da belirtebiliriz. Kendi nâmıma her iki kitleye de mensup değilim; bundan yıllarca evvel yine bu sütunlarda (Ocak 1998) kaleme aldığım bir yazıda bu tavrımı hayli net bir şekilde belirttiğimi hatırlıyorum. Ben bir Yaşar Nuri hayranı değilim çünkü onun spot ışıklarına fazlaca revaç gösteren tabiatı bana yabancıdır. Ben, medyatik olmanın bir raddesinden sonrasını kusurdan sayan zihnen eski bir nesle mensubum. Ne var ki kendimi Sayın Öztürk'ün aleyhtarları arasında da saymıyorum; son on yılda onun Kur'an'a dikkat çekmekle yaptığı hizmetin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yaşar Nuri Öztürk, alışılageldik "hoca" veya imam makûlesinin erişemediği menfezlere hitab etmiş ve özellikle Ramazan aylarında televizyonlar aracılığı ile dinle fiili münasebetini neredeyse bilmeksizin koparma noktasına getirmiş derecede ilgisiz insanlara temas edebilmiş ve onlarda dini bir şuur uyandırmaya muvaffak olmuştur. Bu yüzden ne zaman bir lâfına veya davranışına kızacak olsam aklıma hemen hizmeti gelir ve gıyâbında da olsa aleyhinde bulunmaya çekinirim. Nitekim o yazıyı şu cümlelerle sona erdirmiştim: "Şahsi gözlemim itibariyle ben Yaşar Nuri Öztürk'ün irşâd faaliyetinden müştekî değilim lâkin tavrı hakkında biraz ihtiyatkârım. Bir toplumun dikkatini ve enerjisini Kur'an'a yönelten, ibâdete ısındıran, kulluk borcunun ifâsını teşvik ve tervîc eden ve şirk hususunda uyaran her âlime şükran borcumuz bulunduğunu düşünüyorum. Ümid edilir ki Sayın Öztürk, mânâ ve medlûlünü çoğumuzdan iyi bildiğine emin olduğum 'şöhret âfettir' vecîzesinin âkıbetinden emin kalmaya itina gösterecektir."

Yaşar Nuri Öztürk moda tabirle gündemde bulunmayı seviyor; muntazam olmayan aralıklarla onun haber programlarına uzman veya tartışmacı sıfatıyla çıkması, yeni piyasaya çıkan kitaplarındaki birkaç yadırgatıcı hüküm sebebiyle tartışmalara konu teşkil etmesi artık bir medya klasiği haline geldi; Ramazan ayı içindeki medya aktivitesi de sözü edilen "klasik" meyanında addedilmelidir.

Günün birinde onun siyasete atıldığını duyunca üzülmüştüm; zira her şeye rağmen yaptığı tenkid veya tavsiyeler, onun bağımsız şahsiyetinin verdiği güvenilirlikle, sözünü ettiğim hizmetinde etkili bir unsur teşkil ediyordu. Herhangi bir partiye kayıt olduktan sonra medya faaliyetlerinin, partili kimliğin gölgesi altında bir miktar olsun zedelenebileceğini tahmin etmiştim. Zaman gazetesinde (24 Ağustos Cumartesi, "Parti Rozeti Versus Kurşunkalem" başlıklı yazı) ismini zikretmeksizin kaleme aldığım yazı bu hissiyatı aksettiriyordu. Siyasete CHP saflarında atıldığını öğrenince, ilk tepki olarak bunun hayır doğurabilecek bir teşebbüs olduğunu düşünmüştüm; özellikle CHP açısından bu iştirakin, o eski hırçın görüntüsünden sıyrılması için hayli müsbet bir anlam taşıdığını tahmin ediyordum. CHP'nin sosyal demokrat veya "Anadolu solu"na inanan grubu içinde Yaşar Nuri Öztürk, pahalı ve nadir bir baharat gibi şahsına mahsus bir kimyevi terkib inşa edebilirdi; bu hissiyatımı yazmadım.

Bundan on gün kadar önce Yaşar Hoca'yı yine bir televizyonun haber saatinde gördüm; görüşmenin yarısına hatta sonuna doğru gelinmiş olmalı ki konuşulan meseleyi hatırlamıyorum ama bir anda çok garip bir sual doğdu içimde; dedim ki, "Ben spikerin yerinde olsam şu soruyu sorardım; bir CHP milletvekili adayı olarak partinizin tek başına iktidara gelmesini cân ü yürekten ister misiniz?"

Şüphesiz kaba, ön yargılı bir soru olurdu ama eminim ki spikerin aklına gelmiş olsa, bu nizâ fırsatını kaçırmaz ve sorardı; çünkü bu sual, Yaşar Nuri gibi birinin ailesi, menşei, hayat tarzı ve tabii muhiti itibariyle nasıl uzlaştırılması zor bir çelişki yaşadığını su üstüne çıkarabilirdi; zira CHP, son birkaç yıl içinde ne kadar değişmiş olsa da onun amblemi "tek parti" dönemini tek başına temsil eden bir semboldü ve muhafazakâr kitlelerin CHP'ye karşı hissettiği tabii uzaklık, biraz da bu geçmişin eseridir.

Bu sual ve cevabı bence garâbetini hâlâ muhafaza etmektedir.

Doğrusu yeni partili kimliği ile nasıl bir Yaşar Nuri'yle karşılaşacağımızı merak ediyordum ki Yaşar Hoca yapacağını yaptı ve piyasaya çıkan yeni kitabı münasebetiyle yine gündemin bir numarası haline geldi; gazetelerde Hoca'nın ezanın artık gereksiz olduğu, saat, takvim, televizyon gibi araçların yaygınlaştığı bir ortamda minarelerden ezan okunmasının duyuru şartını yerine getirmediğine dair iddialar yazılıp çizilmeye başladı. Yaşar Nuri hemen televizyonlara çıkarak bunun insafsız bir iddia olduğunu, kitabında bu ifadelere yer vermediğini, bu suçlamaları yapanların kitabını okumadıklarını, sözlerinin çarpıtıldığını anlatmaya çalıştı. Ama bu defa şartlar çok farklıydı ve Hoca sözleriyle sadece kendisini değil, partisini de bağladığını hatırlamalıydı. Nitekim CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, vaktiyle MHP'ye seçim kaybettiren bu tip çıkışların hiç de yeri ve zamanı olmadığını sezerek devreye girdi ve Hoca'nın görüşlerine katılmadığını, ezanın bayrak gibi bir sembol olduğunu açıkladı. Siyasetin acemisi Yaşar Nuri Öztürk sinirlenerek önce partisinden ve adaylıktan çekildiğini söylediyse de genel başkanı tarafından ikna edilerek bu açıklamasını geri aldı. Ertesi gün Diyanet İşleri Başkanı, ezan hakkındaki spekülasyonlara sert bir üslupla çattı.

Testi çatlamış, efsun bozulmuştu. Önceleri bu kabil çıkışlarıyla kamuoyu gündemini günlerce dolduran, kendisine yapılan itirazların haksızlığını televizyonlarda anlatarak endirekt yolla "yeni kitap"ının tanıtımını yapan Yaşar Nuri Öztürk'ün itibarı hayli sarsıcı bir yara almıştı. O güne kadar hep lehine işleyen tanıtım mekanizmaları artık aleyhinde tesir üretiyordu. Nitekim bir televiyonun haber saatinde nasıl haksızlığa uğradığını anlatmaya çalışırken, ezanın hoparlörle okunmasının, Peygamber'in sünnetine göre bir "bid'at" sayılması gerektiğini de ağzından kaçırdı. Aslında o ezana karşı değildi, minarelerdeki hoparlör terörüne ve ses kirliliğine karşıydı. Ezan, "güzel insan sesiyle" okunmalıydı. Sünnetin esası buydu ve gerisi bid'at kapsamına giriyordu. Spiker, belki nezaketinden olsa gerek, başka hangi kurum ve kavramların "bid'at" kapsamına girip girmediğini sormadı.

Aşırı özgüven duygusunun bir raddeden sonra insana bu kabil hatalar yaptırması tabiidir; bu son kitap tanıtımı kampanyasının akabinde Hoca'nın yine iyi bir satış çizgisi yakalaması beklenebilir ama o, nice emek ve gayretle inşa ettiği şahsi karizmasını ve inanılırlığını kaplayan sır tabakasını kendi eliyle çatlattı.

Keşke hep itidal üzre bulunabilseydi!

FIKRA:

GEORGE VE KABUSU

İngiltere'nin taşra kasabalarından birindeki "George'un Kâbusu" isimli hanın kapısını çalan dilenci, "patlama geliyorum" feryadının ardından kapıyı açan dev anası gibi bir kadınla karşılaştı. Dilencinin niyetini öğrenen hancı kadın adamcağızı dövmekten beter sözlerle azarlayıp kapıdışarı ettikten bir dakika sonra dilenci yine hanın kapısını çaldı. Hancı kadın öfkeyle soludu, "Dersini almadın anlaşılan, ne istiyorsun pis dilenci? "Ben, diye yutkundu dilenci, "bir de George ile görüşeyim demiştim de!"

SÖZ:

"Sağduyu, iş tulumu giymiş dehâdır."

Thomas Edison


Kaynak (Arşiv)