Öldür onu, öldür!..

Başbakan Bülent Ecevit, "Öcalan'ın ölüsü, dirisinden daha çok zarar verir." derken haklıydı; hakkı teslim edelim zira Sayın Başbakan'dan epey zamandır hakkı teslim edilecek söz pek sadır olmuyor. Bu kabul, Öcalan'ın asılmamasını isteyenler ligine dahil olduğum manasına yorulmamalı: Bu hususta rey sahibi olup olmadığım bir tarafa ben sadece "Ölüsü dirisinden zararlı" tespitine takıldım kaldım. Öcalan'ın bu sözün mealine gizlenmiş o korkunç hakareti algılayabileceğinden emin değilim; galib ihtimalle ne kadar önemli adam olduğu yolundaki o maruf ve vahim saplantısını okşayan bir iltifat zannetmiştir.

Memlekete ölüsü dirisinden daha zararlı olmak feci şey; ama böyleleri sadece Öcalan'dan mı ibaret? Kelime oyununu sürdürelim: Dirisi ölüsünden daha zararlı olanlar da yok mudur acep?

İdam cezasının mantığı üzerinde düşünelim. Bir insanın hayatiyetini mahkeme kararı ile sona erdirmekten galiba iki cins fayda bekleniyor: Amme adına intikam ve caydırıcılık. Yassıada'daki Yüksek Adalet Divanı'nın verdiği üç idam cezasının infazından bu yana köprünün altından çok sular geçti. Bugün ise kamuoyu üzerinde çok etkili bir "idam kaldırılsın" kampanyası yürütülüyor. Yüksek Adalet Divanı'nın Adnan Menderes ve iki arkadaşının asılmasına gösterdiği gerekçeler, aynı mantık takib edilerek 1961'den 2000 yılına kadar kovuşturacak olsa idi bu memlekette omuz üstünde baş kalmazdı ve Türk siyasetinin kadim aktörleri, herhalde kerrat ile sehpaya çıkarılmış olurdu. Menderes ve arkadaşlarının idamında tereddüd gösterilmeden kırılıveren kalemler, bugün rikkatten tir tir titriyor. Kırk yılda insanseverlik bakımından hayli mesafe almışız diyebilir miyiz; öldürmenin tek yolu idam ise evet! Ne var ki bir hayatı mahvetmenin henüz tartışmayı hatırlamadığımız daha nice "kanuni" yolu yok mu?

Türk kamuoyunda ve basında "Apo idam edilsin mi edilmesin mi?" yollu bir magazin anketi çığırının açılmış olması çok çirkin. Biz idam cezasının felsefesini tartışmıyoruz, "arena"da galib gladyatörün ayağı altında hayatla memat arasında gidip gelen bir mağlubun kaderi hakkında amiyanelik ediyoruz. Böyle kritik bir karar kitlelere terk edilmemeli ve esasen mahkemelerin varlık sebebi budur. Bir kısmımız "öldür onu öldür!.." histerisiyle galeyan halinde, bir diğer zümre "asmayalım besleyelim; ölüsü daha zararlı" hesabında. Bu amiyanelik esnasında pek çok yüksek kavram pejmürdeleşiyor. Hele meselenin çevresinde siyasi çıkar hesabıyla taraf tutanların tutarsızlığı daha dramatik; vaktiyle tevessül edilen ucuzluğun faturası aynı cinsten ucuz yaklaşımlarla çığırtkanlığa kadar vardırılıyor. Hasılı kendi ellerimizle öyle bir açmaz inşa ettik ki, bu açmazda asılması tartışılan mücrimden idam taraftarlarına, idam cezasına felsefi gerekçelerle karşı çıkanlardan "Önce Apo'yu sallandıralım ertesi gün idamı kaldırırız." diyenlere kadar hemen herkes kirlendi ve zedelendi.

Bu mülevves tartışma ortamını toplum beslemedi, "hikmet-i hükümet" dediğimiz mevhum cihaz böyle istedi. Mehabet-i devlet denilen hassa, toplumun kendi devletini algılama tarzlarından biridir. Bizim geleneğimizde devlet "mehib" bir kurumdur; bu kanaat şimdiye kadar toplumun an'anevi devlet idrakinden kaynaklandı; ama artık bir yerlerde devlet kendi mehabetini desteklemek ve gerçekten "mehib" sıfatına layık olduğunu göstermek zorundadır. Mehib devletin uzun vadelere taksim edilmiş ve son tahlilde toplum menfaatine işleyen siyasi öngörüleri olmalıdır. Doğrusu bu idam meselesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vaktiyle iyi hesap edilmiş bir siyasi öngörü sahibi bulunduğu yolunda vahim şüpheler tezahür etti. Yaygın kanaat, devletin böyle bir ihtimali öngördüğünden ziyade böyle bir ihtimale maruz kaldığı şeklinde tecelli ediyor.

Siyasetsizliğin sonu yine siyasetsizlik. Türkiye'de siyasetin bu kadar çok miktarda anlayanı, konuşanı ve icra edeni bulunduğu halde kendisinden eser görülmeyişini ne ile te'lif etmeli?

Gelecek zamanların tarihçileri çok gülecekler çook!


Kaynak (Arşiv)