Olamıyorsan ölüver gitsin!
Hükümetin AB üyeliğini, özelleştirme, eğitimi yeniden yapılandırma, yatırımları artırma cinsinden bir hükümet politikası gibi algıladığı çok açık, çünkü seçim kampanyasında da bu mesele en büyük kozlardan biriydi. Bir iç siyaset malzemesi olarak AB'ye yatırım yapmak, özelleştirmeden daha risksiz görünüyor; özelleştirmede başarısız olursanız hesabını vermeniz gerekebilir ama AB üyeliğinde başarısızlığın kılıfını bizzat AB üyeleri temin edecektir.
Bu arada "tam üyelikten gayrı statüye razı gelmeyiz" yollu çıkışlarla Türk kamuoyuna tansiyon yüklemenin mâliyeti, yeni parayla kaç kuruştur ki? Hükümet, kısa vadede ve dar mânâda siyasete uygun bir AB stratejisi izliyor; bu yaklaşımı, "Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden" mısrâıyla özetleyebiliriz; sık sık AB ülkelerine geziler tertipleniyor, uyum kanunları kısa zamanda çıkarılıyor vesaire. Ne var ki uzun vadede ve geniş mânâda siyasete göre hükümetin AB politikası, "farz-ı muhâl" ihtimâli göz önünde tutularak yürütüldüğü için samimiyetsizlikle mâlûl bir zaman kaybıdır. Geleceğe doğru daha kaç on yılı bu hayâl üzre tüketeceğimizi bilemeyiz ama hemen yapılması gereken pek çok işin, çok yakın gibi görünen AB üyeliği ertesine ertelendiği de bir vakıa. Daha iyi bir eve taşınacağını zannedenlerin hâl-i hâzırdaki evlerine çivi çakmakta isteksiz davranmalarına benzer bir hâlet. Tesadüfen özelleştirmeden bahsetmiştik; evet o konuda başarısız olduk ve şu işi vaktinde lâyıkınca yapabilmiş olsaydık belki hükümetlerin AB'ye girmek için kerhen veya samimiyetle işi programlarına almalarına gerek kalmazdı.
Türkiye'de, adına inkılap veya reform deyiniz fark etmez, modernleşme hareketlerinin en zayıf tarafı, siyasi piramidin ucundaki zevatın arzusuyla yürütülmesi olmuştur. AB konusunda yaygın bir toplum desteğinden bahsedilmesi, pekâlâ kimsenin hayırhah olmadığını söylemeye cesaret etmediği bir bâtıl itikad olabilir; toplumun ortalama kanaat itibariyle AB üyeliğinden ne anladığı belli; kısa zamanda aş, iş ve yüksek refah. AB'ye üye olmak için pek gerekli sayılan siyasi ve sosyal hürriyetler, işte nitekim uyum kanunları çerçevesinde mevzuatımıza girdi; kimin umûrunda? Hakikaten talep edilmemiş hakların, üç beş devletlû eliyle ihsânı kimin umurunda oldu bugüne kadar; tarih bilenler konuşsun. Bu hukuk hamlelerini küçümsemek aklımdan geçmez; emeği geçenlere müteşekkiriz o başka ama âgâh olalım, AB'ye üye olmak ihtirasının Türkiye'ye kazandıracağı bütün nimet, işte bundan ibaret; sonrası için ısrarda bulunmak, ısrarı muhafaza etmek hatta saplantı derecesinde AB üyeliği için düşkünlük göstermek, her devlet gibi Türkiye'yi de hacil düşürmekten başka netice vermez.
Artık görelim; AB üyeleri nazarında, Türkiye'nin AB üyesi olacağım diye kapıda beklemesi ve sürekli ricacı olması başka şeydir; Türkiye'nin hakikaten AB üyesi olması başka şey. İlki, devamında fayda görülen, son derece müsait bir avantajdır ikincisi ise her şeyin sonu. Türkiye'nin AB'ye kabulü, altın yumurtlayan tavuğu boğazlamaktır. Bize sabır telkin ve temrin etmeleri faziletlerinden kaynaklanmıyor.
"Elli sene de bekletseler, bu bir süreçtir efendim, sinirlenmeyip beklemeliyiz" diyenler var. Vaktiyle Jöntürk takımı da bu kadar saf, hatta sâfiyetten daha ağır vasıfları hak eden bir gaflet içindeydi işte. AET ile başlayan süreçte Türkiye, kendine inanabilseydi üç nesil yetiştirirdi ve bünyevi arızalarını çoktan tasfiye etmiş olurdu. "Yapamıyoruz efendim, adamlar bize zorla yaptırıyorlar, ancak böyle adam olabiliyoruz" diyenler de yok değil (işsizlikten bunalıp Türkiye'ye sövenlerin çıktığı gibi). Benim yaklaşımım son derece açık; olamayan ölür; o dahi bir şeydir; onuruyla yaşamayı beceremeyenlerin harcı, elbette adam gibi ölebilmektir. Uşaklıktan, kâselislikten iyidir bu.
Ve Cenab-ı Hak hiçbir kavme "ilelebed pâyidar olmak" sözü vermemiştir.