O kekre öksürük şurubu

Tiyatro aracılığı ile medenîlikten pek hissedar olamamış bir cemiyeti yükseltmek, onlara mürebbîlik etmek, yol göstermek ve tiyatro temsilini ister istemez eğitici bir propaganda faaliyetine dönüştürmek, bu sanatın halk tarafından tutulmasına mâni olmuştur diye düşünüyorum.

Radyonun altın yıllarında "Uğurlugil Ailesi", herkesin severek dinlediği bir radyo skeçiydi. Başrollerinde Yıldız Kenter'in Nebahat Hanım'ı, Müşfik Kenter'in Sâlim Bey'i, Çolpan İlhan'ın evin genç kızı Türkân'ı ve Tevfik Gelenbe'nin evin tatlı emektarı Arap bacıyı seslendirdiği bu dizi, dengeli ve güngörmüş bir İstanbul ailesinin gündelik hayatın içinde beliren ufak-tefek meseleleri aile dayanışması içinde nasıl çözümlediğini hikâye ederdi. Erol Pekcan, Adile Naşit, Genco Erkal gibi o devrin genç tiyatro sanatçılarının da seslendirdiği bu diziyi severdim. Radyo dinleyiciliği, televizyona göre hayal gücünü daha çok koşturan ve çimdikleyen bir faaliyettir. Hele bir TRT'nin en önemli klasiklerinden "Radyo Tiyatrosu" vardı ki, yayınlandığı saatleri haftada bir iple çekerdik adetâ.

Dizinin sonradan televizyon versiyonu da yapıldı ama sesli hâlindeki çekicilik kaybolmuştu. Aynı aktörleri aynı dizinin televizyondaki haliyle görmek o sihirli tesiri uyandırmadı bende, hayal kırıklığı oldu.

Müşfik Kenter, benim kuşağım için önce bir sesti; bu ses, sahibinin olgun, dengeli ve mutedil bir karakter taşıdığını imâ ederdi. Onu önce geçenlerde rahmetli olan Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı" adlı filminde görmüştüm. Bütün sinema otoritelerinin övmekte sözbirliği ettiği bu meşhur filmi ilk seyrettiğimde pek bir şey anlamamıştım; birkaç yıl önce, "O zaman çocuktum, bir şey anlamamış olmak tabiidir; şimdi büyüdüm, bir daha seyredeyim bakayım ne olacak?" diye yeniden seyrettim; baktım, hâlâ çocuğum! Yine bir şey anlamıyorum; daha doğrusu mesajını anlıyorum da bu mesajın sinema diline dönüşmüş şekli bana heyecan vermiyor.

Ses demiştik ya; sahibinin fiziki görünüşü hakkında hiçbir fikir sahibi olmaksızın o sese bir karakter giydirmek heyecan verici bir şeydir; Müşfik Kenter sesiyle karakteri arasında kıyas yaparken insanı yanıltmayan insanlardan biriydi. Allah rahmet eylesin. Geçenlerde vefat etti ve hepimizin gideceği yere gitti. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Suni oyunculuk, tabii oyunculuk

Müşfik Kenter'in cenazesiyle ilgili bir haberdeki ayrıntı dikkatimi çekti: Oyuncu Ragıp Yavaş, Müşfik Kenter'in suni oyunculuktan tabii oyunculuğa geçişin mimarı olduğunu söylemiş. Onun ardından söylenebilecek en büyük iltifat bence budur. Müşfik Kenter sahnede her haliyle tabii, yani rol yaptığını hissettirmeyen, oradan geçiyorken oyunun içine uğramış bir insanın rahatlığı içinde sanatını icra ederdi. Kimseler kusura bakmasın fakat tiyatromuzda pek revaç bulan ve Türk Tiyatrosu'nu niteleyen en belirgin iki çizgi hakkındaki düşüncemi sizlerle paylaşmak isterim: İlki, oyuncuların bir nevi "tasannû" yani yapmacık bir edâ ile rol kesmeleridir bana göre. İkincisi ise "Tiyatro bir mekteb-i edebdir" klişesinin, tiyatro insanları tarafından lüzumundan fazla kaale alınmış olmasıdır. Tiyatro aracılığı ile medenîlikten pek hissedar olamamış bir cemiyeti yükseltmek, onlara mürebbîlik etmek, yol göstermek ve tiyatro temsilini ister istemez eğitici bir propaganda faaliyetine dönüştürmek, bu sanatın halk tarafından tutulmasına mâni olmuştur diye düşünüyorum.

Tiyatronun medenileştirici bir şifası var mı?

Gazeteci yazar dostum Ardan Zentürk, geçenlerde Star gazetesinde bu düşünceme ışık düşüren güzel bir uğurlama yazısı kaleme aldı: "Yıldız Hanım, Sahne sizin!" başlıklı yazının bir yerinde Zentürk, sinemamızın emektarlarından unutulmaz aktör Kenan Pars'la yaptığı bir sohbeti naklediyor. Kenan Pars şöyle demiş Zentürk'e, "Biz, 1950 ve 60'larda çevirdiğimiz filmlere mutlaka bir yemek sahnesi koyardık. Nedeni, halkın eğitimidir. Yer sofrasındaki bir milleti masa kültürüne taşımak kolay mıydı sanıyorsun?"

Ardan Zentürk'ün yazısında önemli bir anekdot daha var: 1964 yılında Çanakkale'nin Çan ilçesinde işadamı İbrahim Bodur'un kurduğu seramik fabrikasına Kenter Tiyatrosu bir temsil vermesi için davet edilmiştir. Fabrika işçileri ve o yörenin insanlarından müteşekkil seyirci önünde başlayan "Pembe Kadın" oyunu devam ederken bir tatsızlık hissedilir. Seyirci oyunla pek ilgilenmemekte, "Yahu, bu zaten bizim hayatımız" diye düşündüğü için homurdanmaktadır. Pembe Kadın'ı oynayan Yıldız Kenter durur ve sahnenin gerisine çekilir; fabrika yetkilileri araya girer ricada bulunurlar. Oyun yeniden başlar ama seyircinin tepkisi değişmemiştir. Oyun yine durur...

Bu defa (Muhtemelen fabrikada doktor olarak görev yaptığını anladığımız) Zentürk'ün babası emin adımlarla sahneye ilerler, mikrofonu alır ve seyirciye, yazarın vurgusuyla, "Hastalarına" Yıldız Kenter'i anlatır, Pembe Kadın'ın nasıl bir Anadolu gerçeğini anlattığından, hangi yaralara parmak bastığından bahseder kısaca. Sözlerini şöyle tamamlar, "Yıldız hanım, sahne sizin"

Oyunun sonuna kadar çıt çıkmaz seyirciden, bittiğinde nelerin yaşandığını Ardan Zentürk'ün kelimeleriyle okuyalım: "Yaşanılan o olağanüstü alkışı, coşkuyu, sanatçıların fabrika işçileri ve köylüler tarafından nasıl kucaklandıklarını şu anda yazarken bile gözlerim doluyor..."

Salon dolu efendim!

Maksadım Ardan Zentürk'ü veya öyle inandığı için fabrika işçilerine ve yöre ahalisine tiyatronun anlamını izah eden babasının hâtırasını eleştirmek değil; tiyatro ile toplumumuz arasında, o günden bu yana neredeyse bir asırdır değişmeden duran soğukluğa dikkat çekmek.

Belki o mesafeli ilişkide, tiyatrocuların kendileri için kurdukları ve içinde yaşadıkları dünyanın, -sahicilikten demeyelim de- halktan epey uzak durmasının da payı var. Müşfik Kenter'in cenaze töreninde yaşananları bir gazete haberinden özetlersem, neyi kasdettiğimi daha iyi anlayabilirsiniz.

Cenaze, "Gelenek" icabı önce tiyatroya getirilip sahnedeki katafalka konuluyor. Katafalkın önünde merhumun büyük boy portresi, etrafta oynadığı oyunlardan sahne fotoğrafları. Sonra sahne arkadaşları sırayla sahneye çıkıp konuşmalar yapıyorlar, genellikle "Son esprisi bizi hiç güldürmedi... Işık olsun... Sonsuzluğa yürüsün..." gibi dramatik sözlerle bitiriyorlar konuşmalarını ve o esnada nasıl sahicilikten uzaklaştıklarını, nasıl sahne sanatlarıyla ilgili bir eylem içinde bulunduklarını çoğu farketmiyor bile (Nitekim törende Yıldız Kenter'in ağabeyine hitaben, "Salon full dolu efendim!" dediğini okuyoruz haberden). Daha sonra törene gelenler sıraya girip naaşın önünden geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyorlar ve en sonunda cenaze hepimizin bildiği usûl üzre omuzlar üzerine alınarak namazının kılınacağı camiye getiriliyor ama şahsen yadırgadığım yeni tarz cenaze ritüelleri bitmiyor; tabutun üzerine çiçekler atılıyor, namaza iştirak edenler safa girerken, etmeyenler kenarda bekleşip merhuma alkış tutuyorlar. Alkış?

Kim sorumlu?

Burada durup soruyorum: Tiyatrocuların kendilerine inşa ettiği dünya ile bizim gibi sıradan insanların, büyük toplum çoğunluğunun dünyası arasındaki mesafeden kim sorumlu? Tiyatronun talim ettiği varsayılan "Edeb", hangi değerler bütününe ait?

Sözün özü şu: Tiyatro, ürettiği değerlerle bir hayat tarzını imâ ediyor; ahali de bundan hoşlanmıyor vesselam.


Kaynak (Arşiv)