O kadın
Bu yazılar, haftalık dergi yayıncılığının teknik buyrultuları doğrultusunda gündelik haber akışını biraz geriden takib etmek zorunda kalıyor; o bakımdan ara sıra gündemin gerisinde kalmak talihsizliğine uğradığımız da oluyor fakat değinmeyi düşündüğüm mesele o türden bir şey değil.
“O kadın”a sözü getirmek istiyorum. İsmini anmaktan çekindiğim için değil; ismini ölçüsüz sıfat ve fiillerle bereleme ihtimâline karşı bu zamiri tercih ediyorum. Çünkü hadiseler zinciri başladığı andan beri “O kadın” hep yokmuş gibi davranıldı; daha doğrusu hadise içindeki bütün anlamı, kendisinden daha güçlü, daha şöhretli ve daha önemli bir erkeğe refakat etmekten ibaretmiş gibi muamele görüyor.
Bu nasıl bir sakat “Recm” anlayışıdır; ey Cahiliye, senin hortlağını görmekten ne zaman kurtulabileceğiz?
Hepimiz, bilerek veya bilmeyerek öyle yapıyoruz; hâdisede “erkek tarafı”nın nâmus ve ismetini, çizilen şöhretini, zedelenen ikbâlini ve örselenen politik gururunu öne koyuyor ve o sabit fikir üzerinden ahkâm kesiyoruz. Bunun adına haksızlık derler.
Kadının hakikaten adı yok galiba...
Olayın erkek tarafı, yani Deniz Baykal, o ünlü istifa konuşmasında aynen böyle davrandı: Meseleyi şahsi yanılgı veya taksir boyutundan ustalıkla sıyırarak “komplocu hükümet”le rejimi ve anayasayı korumak için canını dişine takmış CHP arasında geçen bir siyasi çatışma şekline getirdi. Kısa konuşması, William Shakespeare’in o çok ünlü “Julius Caesar” oyununda geçen ve dünya edebiyatına “Demagoji şaheseri” olarak bilinen tiradını hatırlattı bana.
Sahne şöyledir: Sezar, suikastçılar tarafından senatoda toplu hücuma uğranarak bıçaklanmıştır fakat Sezar’ı öldürenler, yaptıkları işten sonra bir nevi pişmanlık ve kararsızlık içindedir. Sezar’ın siyasi halefi diyebileceğimiz Markus Antonyus, Sezar’ın cenazesi başında, katillerin gözü önünde ve onların izniyle kısa bir konuşma yapar; Antonyus aslında suikastçilerden nefret etmekte ancak o anda güç terazisi onlardan yana olduğu için doğrudan suçlayamamaktadır. Suikastçilerin ve ahalinin toplandığı cenaze törenindeki konuşmasına şöyle başlar,
-Ben buraya Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!
Önceleri yatıştırıcıdır. Sözlerinin devamında derece derece yükselen ustalıklı bir demagoji üslubu içinde suikastçıları yermeye başlar ve halkın öfke ve galeyanını kendi politik çıkarlarından yana yönlendirmeyi başarır. Sözlerini tamamladığında suikastçiler, Antonyus’a konuşma izni verdikleri için pişman olur ve Roma’yı, yani iktidarı terketmek zorunda kalırlar.
Baykal da öyle yaptı. Üç-dört gün kendi içine kapandıktan sonra aleyhine esen rüzgârı dağıtmak için, hayli zamandır eşine tesadüf etmediğimiz bir retorik ustalığı ile konuştuğu sekiz dakikanın sonunda, olup biten herşeyden hükümeti sorumlu tutarak salondan ayrıldı.
Salondakiler ağlıyorlardı; doğrusu çok iyi düzenlenmiş bir demagoji gösterisiydi.
Salondakiler liderlerinin siyasi geleceği bittiği zannıyla ağlıyorlardı ama liderleri aynı kanaatte değildi; o, büyük ihtimalle on günlüğüne geri çekildikten sonra daha güçlü olarak geri gelmek üzere “Arslan gerilir de öyle atlar” misâlinde olduğu gibi gururlu ve şerefli bir ricat yapıyordu. Olup bitende kendisinin hiç kabahati yoktu; suç hükümetindi çünkü özel hayatın gizliliğini sağlamak hükümetin göreviydi.
Kendisi mağdurdu; peki O kadın neydi, kimdi?
O hadiseden imâ ile dolaylı olarak bahsetti; “Eski değildir, iki haftalık iştir” dedi ve böylece -benim anladığım kadarıyla- 2007 seçimlerinde vekil aday listesini düzenlerken politik gücünü kötüye kullanmadığını vurgulamış oldu.
Hadisedeki rolünü açıkça kabullenmedi, “zımnen” kabul etti.
Böyle bir şey, tek başına yapılamayacağına göre, ikinci şahsı yok saydı. Onun, bu günlerde yaşadığı ruh fırtınalarını görmezden geldi, “Olur böyle şeyler” demeye getirdi. Onu koruyacak, ismet, iffet ve şerefini üstlenecek hiçbir hamlede bulunmadı.
O, bir insandı, bir kadındı; bir anneydi, bir eşti, bir vekildi.
Onu ne bir insan, ne bir kadın, ne bir anne, bir politikacı ve ne de bir eş olarak zikretmeyi, kelimesi kelimesine hesaplanmış ve kurgulanmış konuşmasında aklına bile getirmedi.
Önde olan kendisinin, yani erkeğin kariyeri, namusu, şerefi ve siyasi geleceği idi. Bir kadın olarak o’ndan bir eşyadan bahseder gibi olsun bahsetmedi.
Ondan özür dilemedi; “Bu bir hataydı, sorumlusu benim” demedi.
Herşeyi tâ temelinden reddetmek bile, O kadın açısından çok daha tutarlı bir çıkış yoluydu. Kendisini siyaseten kurtarmaya çalışırken, o kadının sanki yeryüzünde hiç varlığı yokmuş gibi davranması yakışmadı.
Baykal, bu yolu tercih etmek yerine, “Evet, böyle bir şey oldu; herkesten özür diliyorum ama bu hadisede en çok yıpranan odur. Ona yaptığım haksızlık belimi büküyor. Bütün sorumluluk bana aittir. Taşıdığım siyasi etiket, -sadece o kadının değil- herhangi bir kadının, insanın onur ve iffetinden daha değerli değildir ve olamaz. Yaptığım hatanın bütün vebalini tek başına üstleniyorum. İnsani bir zaaf anımın sadece politik bir fatura halinde bana yansımasını isterdim; istemeden de olsa her iki aileye zarar vermiş olmanın hicabı içindeyim. Başta ‘O kadın’ olmak üzere, ailesinden, ailemden, yakınlarımdan ve elbette CHP’lilerden özür diliyorum” diyebilseydi ne olurdu diye düşünüyorum...
Bana göre, şimdiki halinden çok daha fazla büyürdü; o çok önemsediği siyasi kariyerinde bile, şimdikine nazaran çok daha güçlü ve avantajlı olarak yoluna devam edebilirdi. Böyle yiğit bir Baykal’ı hepimiz affeder, severdik.
Komplocuları, özel hayatları kaydederek şantaj yapmak yoluna giden şeref düşkünlerini utandırır, ellerindeki bütün kozu almış olurdu. Hükümeti ise böyle yapmakla bugünkünden daha zor bir durumda bırakabilirdi.
Baykal, Antonyusvâri bir belâgat, daha doğrusu mugalâta hamlesiyle kendi gününü kurtarırken, “Evlilik dışı ilişkilerde kadını yok sayma” şeklinde tezahür eden o beylik -ve elbette aşağılık- maço tepkisini tekrarladı.
Türkiye’nin en Cumhuriyetçi partisinin en Cumhuriyetçi, en ilerici, kadın haklarına en çok saygı göstermesi beklenen üyesi, gizli kalmasını umduğu bir ilişki ortaya çıkınca “kadın”ı, kadını gibi sahiplenemedi; O kadın’ın onuru ve iffeti uğruna sırtındaki ikbal hırkasını, O kadın’ın önündeki çamurlu yola sermeyi aklına getiremedi. Nâmus denilince sadece “evdeki nikâhlısı”nı hatırlayan ve nâmus dairesini kendi yakınlarından ibaret sayan Türk maçoluğundan farklı bir duruş sergileyemedi.
Bu civanmertliği gösteremediğinde aklımıza Refik Halit merhumun ‘Yatık Emine’ adlı kısa ve çok keskin hikâyesindeki ‘Çok nâmuskâr erkekler’ geldi ister istemez. O hikâyedeki hadisenin keskinliği, hâlâ yürek kanatabilmesinde aranmalıdır. Kadına yokmuş gibi davranan, hatırladığında ise sadece cinsî obje gibi gören ikiyüzlü namus anlayışımız ne yazık ki tarihe gömülüp kalmış değildir.