O, 'fetih'ti; bizimki 'işgal' midir?
Her fetih yıldönümünde öğretmenler öğrencilerine İstanbul'u yaşamak ve yaşatmak şuurunu telkin etsinler; en azından İstanbul'un güzelliklerini ve onu nasıl çirkin katkılarla çerçevelediğimizi gösterip anlatsınlar. Siyasetçiler kürsüye çıkıp İstanbul'a karşı işledikleri günahları itiraf edip tarih ve toplum önünde özür dilesinler. Onca mimarlarımız, mühendislerimiz, şehir plancıları şehri nasıl çirkinleştirdiklerini anlatsınlar. Belediyecilerimiz o gün açıkyüreklilikle, "biz bu şehri yönetecek dikkat ve hünerden mahrumuz; İstanbul'u çok hor kullandık ama bir daha yapmayacağız" diye seçmenlerine söz versinler.
'Fetih'ten önceki cuma, İstanbul'da, Sultanahmet Camii'ndeydim. Takriben 1500 seneden beri dünya siyasetinin en önemli platformlarından birini teşkil eden Sultanahmet meydanını, eski yıllara göre daha güzel, daha bakımlı bulduğumu söylemeliyim. Büyük onarımdan geçtiği için cemaate kapalı tutulan yıllarda gezdiğim Sultanahmet Camii'nin iç mekânı ise, içindeki mü'min kalabalığından olsa gerek bana küçülmüş gibi göründü.
Vaazı dinlerken, kapı ağzında ister istemez, camiye girenleri seyrettim; neredeyse yüzde 80'i henüz delikanlı diyebileceğimiz gençlerdi. Bizde cami cemaati deyince hemen akla gelen ortalama bir tip vardır; o tipe pek uymayan, temiz giyimli, aydınlık yüzlü çocuklar gördüm. Bu arada arka saflarda rahatça dolaşan hanımlar da dikkatimi çekti; kendilerine ayrılan daracık mekânlarda Cuma namazı kılmaya gelmişlerdi. Selâtin câmilerinde hanımlara ayrılan yerlerin yeni baştan ele alınması ve genişletilmesi artık ihtiyaç haline gelmiş bulunuyor.
Günün hutbesi elbette fetih üzerineydi. Muhtevasından geçtik fakat takriben yarım saat süren bu uzun hutbe, yıllardan beri plak gibi dinlemeye alıştığımız fetih konferanslarından bir yenisi gibiydi. Hutbenin kısa fakat akılda kalıcı bir tesir uyandırması gerektiğini bizler kadar hatibin de bildiğinden eminim ama belki de fethi vurgulamak için sözü uzatmış olmalı diye düşündüm; neticede hatibin maksadına ulaşamadığını da belirtmeliyiz. Galiba hepimiz sıkıldık, içimizden "yeter yahu, işimiz gücümüz var" diye homurdandık.
İstanbul'un her fetih yıldönümünde aynı şeyleri düşünürüm: Vaktiyle ceddimizden birilerinin İstanbul'u almış olması bugün itibariyle büyük anlam taşımıyor; önemli olan bizim İstanbul'a nisbetimizi her sene yeniden masaya yatırıp enine boyuna tahlil etmektir; bu mânâ ise en iyi tarzda, "İstanbul'u hüsn-i muhafaza ve tasarruf" anlayışında görülebilir bir özelliktir. "Hüsn-i muhafaza ve tasarruf", yani emaneti hoşça tutup, onu fetih tarihinden çok daha iyi halde koruyup güzelleştirmek ve daha önemlisi emanete zulmetmemektir bence. Emanete zulmetmenin nasıl bir şey olduğunu tafsile hâcet yok çünkü bu tabloyu İstanbul'un her yerinden farketmek mümkün.
Her nesil yaptığı katkılarla bir şehri tasarruf ve koruma fikrini âşikâr eder; İstanbul, özellikle çok partili hayata geçildikten sonra güzelliğini ve tabii boyutlarını koruma konusunda büyük sıkıntılara uğratıldı ve kimselerin kolayca altından kalkamayacağı oranda büyüyerek çirkinleştirildi. Başta sağcısı-solcusuyla siyasi iradeyi kullananlar olmak üzere mahalli idareler, teknik elemanlar, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları İstanbul'u merhametsizce sömürdüler ve ona kendi katkılarını ilave ettiler. Bu katkılar neticesinde İstanbul'un nefes boruları tıkandı; trafiğin normal seyrinde aktığı anlar istisnadan sayıldı. Yeşilin binbir çeşidine kucak açan verimli toprağı beton korunaklarla kaplandı. Suç oranları, başka bir şehirle kıyaslanmaz derece yükseldi; huzursuz, gergin ve insanı tüketen bir şehir görüntüsü İstanbul'a hâkim oldu.
Bu tabii bir gelişme değildi; Fatih'in torunları tarafından Fatih'in emanetine reva görülen muameleyi aksettiren bir neticeydi. Dolayısı ile cuma vaazlarında İstanbul'un fethinden uzun uzadıya bahsetmek, trafiğe kapatılmış caddelerde birkaç ufak teknenin altına motorlu araç yerleştirip, ilk rüzgarda takma bıyığı uçacakmış gibi duran sahte leventlerin çektiği sembolik halatlarla Haliç'e kadar süren tantanalı törenler tertip etmek, bence fetih ruhuna dokunabilir gayretler değildir, sadece kaba bir güldürüdür.
İstanbul'un fethini, asker gücüyle bir küfür kalesini yıkıp, ahalisi gayrimüslim bir beldeyi Müslümanların yerleşimine açmak gibi algılamak pek sığ bir değerlendirmedir; İstanbul'u fethetmek, onda zaten mevcut güzellikleri yaşamak, yaşatmak ve sürekli kılmak, İstanbul'u her dem taze ve canlı tutacak bir siyasi ve medeni hamle gücünü sergileyebilmek demektir. O yüzden isterdim ki her fetih yıldönümünde öğretmenler öğrencilerine İstanbul'u yaşamak ve yaşatmak şuurunu telkin etsinler; en azından İstanbul'un-halen mucize kabilinden ayakta kalabilmiş- güzelliklerini ve onu nasıl çirkin katkılarla çerçevelediğimizi gösterip anlatsınlar. Siyasetçiler kürsüye çıkıp İstanbul'a karşı işledikleri günahları itiraf edip tarih ve toplum önünde özür dilesinler. Onca okumuş evlatlarımız, -mimarlarımız, mühendislerimiz, şehir plancıları- şehri nasıl çirkinleştirdiklerini anlatsınlar. Belediyecilerimiz o gün açıkyüreklilikle, "biz bu şehri yönetecek dikkat ve hünerden mahrumuz; İstanbul'u çok hor kullandık ama bir daha yapmayacağız" diye seçmenlerine söz versinler. Ve bunlar kadar önemli olmak üzere İstanbullular da, İstanbul'un hâl-i pür melâlinden kendilerine düşen hisseyi sahiplenip, "İstanbul bana ne verdi, ben İstanbul için ne yaptım?" fikrinin samimi muhasebesini yapsınlar.
Öyle bir ruh hâletine bürünmüşüz ki, müzelerimizden çalınan bir eserin haberini duyduğumuzda, Anadolu'nun bilinmeyen bir yerinden tarihî bir eser yurtdışına kaçırıldığında, "buna da şükür, hiç değilse ecnebiler kadr ü kıymetini bilir de bizden iyi muhafaza ederler; günün birinde nasıl olsa geri alırız" diye hoşnutluk gösteriyoruz; bu tür sitemlerde iç yakıcı bir hakikat payı var. Şahsen aynı hissi İstanbul'u her ziyaretimde ben de yaşıyorum.
Ben İstanbul'u kutsal bir yer, mukaddes bir belde gibi görmüyorum; ata yadigârı olması da bu noktada fazla önem taşımıyor; ben İstanbul'un hazin çehresinde bizim medeni kabiliyetlerimizin yetersizliğini gördüğüm için üzülüyorum; çünkü bir şehir kurmak, bir şehir yönetmek, bir şehri yaşanılır ve sevilir bir belde kılmak bana göre medenî ve hayatî hamledir; bu sanatta başarılı olamayanlar uzun vadede tarih sahnesinde tutunamazlar, kayıp giderler.
Öyleyse 29 Mayısları artık kof böbürlenme günleri, ucuz okul müsamereleri ve hiç bir anlam ifade etmeyen nutuk vesileleri haline getirmekten vazgeçmemiz lazım; 29 Mayısları bence, "Türklerin medenilikle imtihanları" kapsamında algılamak, o fikre uygun faaliyetlerle medenî bir hesaplaşma vesilesi haline getirmek daha isabetli olacaktır.
KATKIYI GÖSTERİNİZ!
Bana göre her 29 Mayıs'ta yaşadığımız dramatik çelişkiyi en iyi bu fotoğraf belgeliyor. Çan kulesinin yanıbaşına, ona rekabet eder bir eda ile yerleştirilen sacdan mamul minare müsveddesi, hem yeni kuşakların İstanbul'a katkısını, hem de ona kalıcı bir katkıda bulunamıyor olmanın ezikliğini aksettiriyor. Bu hazin teneke minare kendi türünde yalnız değil; yeni semtlere inşa edilen çok şerefeli, gereğinden fazla uzun tutulmuş minarelerin her birinde İstanbul'u seveyim derken ona eziyet etmenin hicabını yaşamaktayız. Öyleyse yukardaki fotoğrafta İstanbullunun İstanbul'a katkısını işaretleyiniz!