O büyük ve utandırıcı suskunluk
Bugün itibarıyla, “Yok artık, buna cesaret edemezler. Aksi takdirde yer yerinden oynar” denilebilecek hiçbir vahim ihtimâl kalmadı.
Kamuoyu, şekerle avutulan genç irisi bir çocuk gibi olup bitene seyirci; onun adına haksızlığa dur demesi, isyan etmesi gereken mercîler, Hakk’ın değil güçlünün yanında durmaktan hiç de rahatsız görünmüyorlar. Hâllerinde bir iç hesaplaşma, bir vicdan baskısını andırır hiçbir emâre yok. Siyasi otorite dışında saygı gösterilmesi gereken üst değer kalmamış! Devrin ulemâsı, bir sofra etrafında kandil simidi gibi sıralanıp talimat almaktan ar etmiyor. Hukuk camiası diye bir şey olmadığını fark ediyoruz bu arada; hukuk bürokrasisi, ‘Yaramazlık yaparsam amcalar beni de üf yaparlar’ endişesiyle sesini çıkarmıyor. Medyaya gelince, ‘Bunların gazetelerine el koyup yazarlarını içeri atmak lazım’ diyebilenlerin yazardan sayıldığı, -yalanı geçtik- iftira düzerken bile kılı kıpırdamayacak derecede profesyonel vicdan düşkünlerinden geçilmiyor. Akademya’mız emir kulu; hakikate râm olmak yerine bir gözüyle kupon arazi kollar gibi kendine makam peyleyen üniversite memurlarıyla lebâleb.
Her şart altında itaati erdem saymak yeni zamanların en gözde değeri; ortalık devlet güzellemesi yapanlardan, ulû’l-emre itaati imandan bir şube sayanlardan geçilmiyor.
Vay canına, ben, “İlk yumruğu sen vur; senin anan ağlayacağına başkasının anası ağlasın” gibi müstekrah bir değer yargısının bu topraklarda asla itibar görmeyeceğini zanneden safdiller gürûhuna dahildim vaktiyle. Seyirciler haklıyı değil, dayak atanı, gücü yeteni alkışlıyor halbuki; mütecavizlerine hayranlıkla tekrar be tekrar kulluklarını arz ediyorlar. Hakimler, savcılar, polisler eroin torbacıları gibi birer ikişer ayıklanırken ne yer yarılıyor, ne de gökkubbe çöküyor. Artık şaşıracak şey kalmadı. Hâkimler mevkuf, mücrimler ise baştâcı.
Bu derin ve utanç verici bir suskunluktan korkuyor, gelecek için endişeleniyorum. Bu patırtı günün birinde iskambil kâğıdından bir şato gibi çökebilir ve öyle olacak fakat zor zamanda suskun, ilgisiz ve hatta güce perestiş edenlerin kolektif ayıbı, vicdanlarda cüzam yarası gibi kalır diye ürperiyorum. Kendini siyasi kavgaya kaptırıp gittiği için son derece açık hukuk ihlâllerini yok sayan, tabii bulan kalabalığın umursamazlığından ödüm patlıyor. Bu toplumu hangi değerlerin bir arada tuttuğunu merak ediyorum, hangi yüksek değerler, hangi erdemler, nesebi bozuk bile olsa hangi doktrin, hangi âmentü? Çürümeyen, ırzı payümâl edilmeyen müşterek kıymetimiz kalmadı. Renkler hızla kirlenirken birinciliğe Müslüman vicdanını lâyık gördüler!
Nicelerimiz vardır, takvâsı eksilir, itikadı zedelenir diye bir damla kolonyanın tenine bulaşmamasına dikkat gösterir; kimi bir elmaya saplanmış iğneye bulaşan suyu emdiği için istiğfara kapanır da mazlumun âhı göklere çıkarken duymayım diye nâfile secdesinden alnını kaldırmaz.
-Ağır ol bakalım; siyasî kavga ayrı bir şey; hukukun çivisini yerinden oynatmak da ne oluyor nârâlarının ufku tutması beklenen bir demde insanların aldırmazlık içinde kendi yoğurdunu kaşıklamasının çok ağır bir vebâli var. Bir cürme şahit olunduğu halde görmemiş, duymamış gibi davranmak rûhu sakatlar; zulmü zulüm saymamak, genetiği bile bozar.
Evet genetiği bile; “damarlardaki kan” edebiyatının genetik bir şifresi olduğuna artık inanmaya başladım. Bizi zulüm karşısında tehlikeli ve ağır bir suskunluğa sevk eden tarihî tortular olmalı ve işte orada duruyor o cürümler. Onlarla lâyıkınca hesaplaşamadığımız, eğriye eğri diyemediğimiz, “Vaktin çoksa şâhit ol, paran çoksa kefil ol” gibisinden sefil bir değeri paylaşabildiğimiz için “hakşinaslık” hassamızı kaybettiğimizi düşünür oldum.
Koca Âkif! İstiklâl Marşı’ndaki “Hakk’a tapan millet” kelimelerini okuyunca sahici zannetmiştik; meğer dua, niyaz, temennî gibi bir arayış imiş. [email protected]