Nükleer enerji ve bilim üzerine düşündüklerim
Türkiye'de bugün "akademik bilgi" denilen bilgi türü, tıp alanları dışında itina ve hürmet gören bir mevkiide bulunmuyor. Bence bu problem, akademik bilginin niteliğinden ziyade akademik kimliğin pekişmemesinden kaynaklanıyor. Ülkemizde sekseni aşkın üniversite var ama bunca akademisyenin topluma kabul ettirebildiği bir akademik kimliğinin olup olmadığı tartışılır.
Kış mevsiminin en güzel günlerinden biri; kar, bütün ufukları kapatmış, insana, eşyayı hergünkü hâlinden farklı gösteren bir keyif vaadiyle lâpa lâpa yağıyor. Hani öyle yerler vardır ki, bir amatörün de eline en sıradan fotoğraf makinesi tutuştursanız güzel fotoğraflar çekebilir (meselâ Kadıköy iskelesi gibi, meselâ güz yapraklarının kızıldan sarıya, yeşilden külrengine cümbüş eylediği sonbahar ormanları gibi); böyle bir havada kötü fotoğraf çekmek için özel eğitim görmüş olmak gerekir; işte öyle güzel yağıyor. Hani o insanda işi gücü boşverip sokaklarda gezinmek, resim yapmak, şiir yazmak arzusu uyandıran bir kışkırtıcı edâ.
Benim çook eski model, taşınabilir bir televizyonum var; siyah-beyaz tüplü, ekranı doksan derece dönebilen, yirmi yaşını çoktan geçmiş bir tv alıcısı. İşyerimde anten olmadığı için bu âleti sadece üzerindeki basit anten aracılığı ile kullanabiliyorum; ekranı pek küçük, görüntü parazitli; televizyon yayınlarını seyretmekten çok radyo niyetine dinlemeye müsaade eden bu küçük cihaz, neredeyse günün her saatinde açıktır.
Dışarda kar yağıyor, çayımı demlediğim küçük tüp ocağı hafif bir fışırtı ile odaya inceden su buharları püskürtüp durmakta.
Televizyon NTV. Günlerini bilmiyorum, öğleden sonraları "sorun söyleyelim" meâlinde bir program yapılıyor. Haber spikerlerinden birisi, günün dikkat çeken olayları ile ilgili olarak konunun uzmanlarını çağırıyor; meraklılar da muhtelif vasıtalarla sorularını göndererek bilmediklerini öğrenmeye çalışıyorlar.
Yarım kulak dinliyorum.
Tarih 13 Şubat Pazartesi. Günün konusu, nükleer enerji. Türkiye'de nükleer santral yatırımları bir kere daha tartışmaya açıldığı için mesele dikkat çekiyor. Programın sunucusu iki öğretim üyesi davet etmiş stüdyoya. Bazılarının yaptığı (ve hayrettir takdir gördüğü) gibi sunucu, davet ettiği kişilerle tartışmıyor, azarlamıyor veya taltif ederek taraf durumuna girmiyor. Mümkün olan en kısa zamanda soruları yönelterek cevap almaya çalışıyor.
Özetleyeyim: İki öğretim üyesi neredeyse temel kavramlar da dahil olmak üzere hiçbir konuda fikir birliğine varamıyorlar. Bütün dikkatimi bu tartışmaya yoğunlaştırıyorum. İçlerinden birisi (isimlerini öğrenemediğim için hem sizden hem bilim adamlarından özür dilerim), "televizyon ekranında iki bilim adamının en basit verilerde bile uzlaşamayarak saç saça, baş başa bir kavga görüntüsü vermesinden" rahatsız olduğunu dile getiriyor, hem de iki kere; ne var ki program canlı yayınlanıyor.
Birisi nükleer enerjiden yana bir tavır koyuyor, "riskleri vardır ama bütün dünya kullanıyor; üstelik nükleer enerji, toplam enerji ihtiyacının ikame yollarından biridir. Türkiye bu alana girmekte çok gecikti, şimdi de gecikirsek, otuz sene sonrasını kaybederiz" diyor. Öteki ise meslektaşını açıkça yalanlayarak tam tersini söylüyor, "kirlidir, pahalıdır, biz hiç bulaşmayalım vb." Rüzgâr enerjisinden bahis açılıyor; bu enerjinin birim mâliyeti konusunda bile birbirinden beş kat farklı rakamlar telâffuz ediliyor. Sunucu ustalıkla tartışmadan ziyade seyirci sorularına cevap almaya çalışmakta.
Nükleer enerji aleyhtarı olan, o hep bildiğimiz "zinhar; sakın ha" frekansında konuşuyor. Durum anlatılanın tam tersidir; "batı ülkelerinde bile nükleer santrallar kapatılmaya başlanmıştır vb..."
Her an birbirlerinin yüzüne su bardağı fırlatacaklar veya yayın esnasında kavga etmeye başlayacaklar diye endişeleniyorum ama iş o raddeye kadar varmıyor. Sunucu sâkin ve tecrübeli müdahelelerle konuyu rayından çıkarmamaya itina ediyor. Bir saat bile dolmadan program bu minval üzre sona eriyor.
Kar hâlâ yağıyor. Kafam karışıyor, televizyonu kapatıp pencereden dışarıyı seyrediyorum, düşünüyorum, "televizyon seyircisi bu tartışmadan ne mânâ çıkarır?"
Mâlumdur, televizyon tartışmalarında birbirine zıt görüş savunanlar davet edilir ki, hafif tabirle "maraza çıksın", tartışma alevlensin, seyircilerin dikkati celbedilsin. Muhalif görüşleri dinlemenin faydası da âşikârdır ama; çoğu defa gerçek, iki farklı görüş birbiriyle çatışırken büründüğü sisten sıyrılarak kendini hafiften gösterir. Gerek habercilikte, gerek televizyon yayıncılığında 'karşı görüş'e yer vermek, nâmus gibi kaidedir. Bilim meselelerinde de farklı düşünmenin son derece tabii olduğunu biliyoruz; bilim tartışmayla gelişir ve yeni bakış noktalarına ulaşır.
Nükleer enerji konusunda farklı görüşlerin varlığını biliyoruz; bunlar bir dereceye kadar mâkul, ciddiye alınabilir gerekçeler ihtivâ ediyor ama iki bilim adamının tartışması, bu sınırı aşıyor; birbirlerini tekzib ederken kullandıkları üslûptan şöyle bir yanlış kanaate varmamak işten değil: Bu iki kişiden en az biri, -belki ikisi birden- konusunu bilmiyor; ihtisas dalında yeterli değil! Eğer insafı elden bırakıp üstünkörü bir hüküm vermek gerekirse bu tartışmayı dikkatle izleyen birinin kafakarışıklığından başka bir fayda sağlaması bile mümkün görünmüyor.
Kar biraz şiddetini azalttı, bulutlar hafiften yükseldi ama, havadaki o baştan çıkarıcı ve nemli kar kokusu hâlâ terâvetini kaybetmedi. Bu iyi.
Yine düşünüyorum; nükleer enerji konusu 'değerler alanı'na giren bir mesele değil ki; eğitimi tartışmıyoruz, başörtüsünü tartışmıyoruz, tartışılan şey önce fizik biliminin geniş kapsamına giriyor, daha sonra nükleer teknolojiyi ilgilendiriyor. Her iki bilim adamının da en azından bir yerlerde buluşması, müşterek bir çıkış noktasından sonra nizâ etmeleri beklenirdi.
Sahi, niçin kavga ettiler ki?
Galiba sebep ideolojik; soğuk savaş yıllarında nükleer bomba denemeleri dünyada büyük tepkiyle karşılanırdı. Daha sonra 1986'da Ukrayna'nın Çernobil şehrindeki santralin infilak edip zararlı tesirlerini kıtalar ötesinde bile hissettirince atom enerjisi iyice itibarını kaybetti. Diğer taraftan batılı ülkeler, bütün mahzurlarını bilmelerine rağmen mevcut santralleri işletiyorlar, hatta yenilerini kuruyorlardı. Bizde ise nükleer lobi aleyhtarları, tam bir "istemezükçü" tavrıyla nükleer enerjinin sözünü bile ettirmediler.
Bugün Türkiye'de enerji profili değişiyor; her yıl öncekileri göre yüzde 8 miktarında daha fazla enerji kullanacakmışız. Özellikle ısınmakta doğalgaz ağırlık kazanmaya başladı. Doğalgaz yaygınlaştıkça dışa bağımlılımız da artmakta. Enerji Bakanı işte bu günlerde ABD'de nükleer enerji santralleri ile öngörüşme yapmak üzere ABD'yi ziyaret etti. Nükleer enerji üreten firmalar ve ülkelerin çok etkili bir lobiye sahip olduğu tahmin edilir ama anti-nükleer lobi de boş durmuyor.
Kar sâkinleşti, soğuk başladı; hep öyle olur zaten.
Meselenin daha çok derinleştirilmesi gereken boyutunu ihmâl ettik aslında: Türkiye'de bugün "akademik bilgi" denilen bilgi türü, tıp alanları dışında itina ve hürmet gören bir mevkiide bulunmuyor. Bence bu problem, akademik bilginin niteliğinden ziyade akademik kimliğin pekişmemesinden kaynaklanıyor. Ülkemizde sekseni aşkın üniversite var ama bunca akademisyenin topluma kabul ettirebildiği bir akademik kimliğinin olup olmadığı tartışılır. En can alıcı noktada, yani bilginin yöneleceği istikamet ve bizatihi bilginin ne olduğu konusunda "epistemik" hassasiyetin kıtlığı, en mühim akademik meselemizdir; hal böyle olunca, emeklilik çağı gelmiş bilim adamlarının bile epistemik, yani bilim felsefesiyle ilgili şahsi ve saygıdeğer bir vaziyet alış ve duruş geliştirmeden, yani iz bırakmadan gelip geçtikleri en sık rastladığımız durum haline geliyor.
Bilmeliyiz ki, bilginin ne idüğüne dair esaslı bir kanaati olmayanın bilim adamlığı, sadece teknisyenlik seviyesinde kalır. Yüksek öğretim kurumlarının toplamda pek az saygı uyandırabilmiş olmasının temelinde hep bu kahredici eksiklik var.
Sağda solda tek-tük lâmbalar yanmaya başladı. Çam dallarına yüklenen kar örtüsü açık maviden eflâtuna dönüşmekte.
Akşamdır.