Nokta!
"Dil Devrimi"nin başarıya ulaşıp ulaşmadığı hakkında "dil devrimcileri"nin kanaatini bilmiyorum; belki eserlerine bakıp iftihar duyuyorlardır; kendi bilecekleri iş fakat "devrim"in sonuçlarıyla gururlanmadan önce şu papuçtaki taşı fark etseler iyi olacak gibime geliyor: Koca kamûsu değiştirdik; hezar tebrik ama hepsi hepsi on küsürden ibaret noktalama işaretlerini yerinde kullanmak hususunda millî bir mutabakat sağlayamadık.
Olanakları saptamak, koşulları içselleştirmek, döngüsel devinime ivme kazandırmak kolay da bir paragraflık yazıda noktalama işaretlerini yerlerine yerleştirmek meselesine gelince ortalık "yorumsama"dan geçilmiyor! Denizi geçip de çayda mı boğulacaktık?
Küçücük bir işaret nokta. Türk dilinin imlâsına göre cümlenin bittiği yere konulan şey; en basit, en çok kullanılan işaret. Noktayı koymak kolay; kalemi kâğıda değdirmek yeter; noktayı koymak kolay da cümle nerede bitiyor meselesinde ittifak etmek zor. Bugün Türk gramerinin ve imlâsının en müşkül meselesi "noktanın konulacağı yer"dir diyecek olsam mübalağa etmiş olur muyum?
Bir ay kadar önce bir dergimizin açtığı bir makale yarışmasında kalburun üstünde kalan az sayıda yarışmacının özene-bezene yazdıkları kompozisyonları okudum; birkaç gün önce ise temel eğitim seviyesindeki okullar arasında düzenlenen bir kompozisyon yarışmasında ilk altıya kalan kâğıtları görmek fırsatını buldum. Fakülte öğrencilerinin imtihan kâğıtlarını okuyup değerlendirirken karşılaştığımız hatâlar ayrı fasıl; şu iki farklı kategorideki yarışma kâğıtlarında gördüğüm en can acıtıcı kusur imlâ hatâlarıydı. Sözlük, "imlâ"yı şöyle târif ediyor: "Bir dili doğru dürüst yazmak usûlü". Yolun başındakilerle, eğitimin son safhasını tamamlamış olanların, birbirine benzer tarzda aynı imlâ hatâlarını tekrarlamasında bir anlam, hattâ bir ibret olsa gerek; nedir o?
Çocukları ve gençleri suçlamanın bir mantığı var: Bilgileri henüz tâze, öğretmenler bu meselenin üzerinde duruyor, bol alıştırma yapılıyor, test türü imtihanlarda dilbilgisine dair hayli zorlayıcı sualler yer alıyor; öyleyse bilmeleri gerekir diye düşünmek mümkün fakat maalesef köşe yazarlarından romancılara, şairlerden ilim adamlarına, bürokratlardan siyasetçilere kadar memleketin neredeyse mürekkebe bulaşmış olanca okur-yazarı imlâ meselesinde -hafif tâbirle- zaaf içindedir. O zaman soruyorum; mâdem dil devrimi yaptık ve pekâlâ muvaffak olduk (!), hazır elimiz devrime değmişken biraz daha zaman ayırarak bir de "imlâ" devrimi yapamaz mıydık?
Bir imtihan kâğıdı okurken hece bölen, çok mâlum bir kelimeyi yanlış imlâ ile yazan, illâ ki şu "de-da ve ki" eklerinin nerede bitişik nerede ayrı yazılacağını bilmediğini kerrât ile âşikâr eden ifadelerle karşılaşınca ne yapacağımı bilemiyorum: Suale doğru cevap vermiş olabilir; ama ana dilinin imlâsını doğru tasarruf edemeyen birisi, sadece kendisine öğretilen bilgiyi tekrar ettiği için geçer not almaya hak kazanmış mıdır? Kâğıdın üstüne koca bir sıfır yazmak geliyor içimden, yapamıyorum. "Not kıracağım, sürüm sürüm süründüreceğim" diye evvelce âlenen tehditler savurmanın da faydasını görmedim bugüne kadar. İstihkakı neyse onu takdir edip geçiyorum fakat içim içimi yiyor. Peki niçin? Birkaç noktalama işaretini veya imlâ kaidesini ihlâl etmiş olmanın ne ehemmiyeti var?
Gramer ve imlâ dilin usûlü. Usûl esâsa mukaddem ise bir öğrencinin veya okur-yazarın usûlde hata yapmaması şarttır. Bazı şeylerde muhafazakâr tutumdan kat'iyyen vazgeçmemek gerek; o "şey"lerden başlıcası usûl. Usûl yoksa esasın da kıymet-i harbiyesi yok. Virgülün nasıl kullanılacağı hakkında kesin, âdeta kemikleşmiş bilgiye sahip olmayan birinin, bütün eğitim istasyonlarından geçerek diploma sahibi olmaya hak kazanabilmesini kabul edemiyorum ve Türkiye'de bu niçin hep böyle oluyor?
Lisân üzerine felsefî mütalâalar sıralamanın faydası yok ama bilinmesi lâzım; ana diline hâkim olmayan, bu kusurunu iki satırlık yazıda veya üç cümlelik konuşma esnasında birkaç kere ibrâz etmekten kurtulamayan biri, kendini ifâde hakkından vazgeçmiş demektir bana göre; anlam itibariyle ne kendisini, ne de muhataplarını ciddiye almadığı için ciddiye alınması da gerekmez. Ana dilimiz hakkında gösterdiğimiz kayıtsızlığın, -meselâ- KPDS imtihanında nasıl samimi bir saygıya dönüşüverdiğini bilenleriniz vardır mutlaka. Bu imtihan, başından sonuna bir usûl imtihanıdır ve ana nüktesi "dil incelikleri"nden ibarettir. KPDS'ye samimi bir saygıyla yıllarca emek verenlerin ana dilleri hakkında aynı itinayı göstermeye lüzum hissetmemeleri ne kadar fecî, ne kadar mânidar!
Yirminci asrın başlarında Türkçe bir medeniyetin lisânıydı; yeni yüzyılın başındaki hâliyle bir sahifelik kanun metni kaleme almak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir; kanun dili sarâhat ve kesinlik ister; karşılıklar berrak, anlamlar bükülmez, nüanslar belirgin ve cümlelerin iskeleti "efrâdını câmi, ağyârını mâni" tarzda tertiplenmiş olmalıdır. Bir yüzyılda Türkçe'nin sarâhatini kaybettik; ikinci yüzyılda kendisini dahi kaybetmemiz galib ihtimâldir; XXI. yüzyılın sonunda bir kanun maddesi yazmak için ikinci-üçüncü nesil torunlarımızın fazlaca müşkilât çekmeyecekleri tahmin olunabilir; ne de olsa İngilizce, Türkçe'ye göre daha mazbut, kaideleri daha iyi yerleşmiş bir dil!
Kemal Gürüz'ü anlamamışız; itiraf ediyorum; Türkçe'nin hâl-i hâzırı ile sosyal ilim yapılamaz, tercüme yapılamaz, te'lif yapılamaz, siyâset yapılamaz, adlî cihaz işletilemez. "Pekâlâ yapılıyor işte" diyeceklere soruyorum; "Siz bu helvanın niçin bu kadar berbat olduğunun farkında değil misiniz?"
Bu dilin çivisi yerinden oynamıştır; çivisinden, yani şu on küsur kadarcık noktalama işaretinden bahsediyorum.