Niçin hep karşı devrimciler seçim kazanıyor ki?
Dünkü yazısında, "Bir yanda, laik güçler, CHP, TSK ve Sezer, öte yanda AK Parti iktidarı" cümlesiyle siyasi hayatımızda yeni bir cepheleşmenin başladığını öne süren Mehmet Ali Birand, sözlerini "Artık cepheler oluşmuştur" hükmüyle bitirdi.
Bu tahlil eleştirilebilir, eksik veya abartılı bulunabilir ama bir yerlerden tüten dumanın sebepsiz olmadığı âşikârdır; Sezer ve yüksek komutanlar, üç aşağı beş yukarı aynı argümanları kullanarak, hükümeti örtülü-açık tarzda görev ihmaliyle suçlayan konuşmalar yaptılar. Birbirine benzeyen bu konuşmaların ortak dramatik unsuru, sosyal ilim bakımından çok zayıf verilere yaslanmasına mukabil ideolojik vurgusunun yüksek olmasıydı.
Meşhur fıkradaki, "suyumu bulandırıyorsun" ihtarında da aynı tonlamayı hissedebilirsiniz; bilimsel bakımdan zayıf bir iddiadır fakat ideolojik açıdan müthiş bir etkileyiciliğe sahiptir; çünkü tehdid cümlesidir; mantıklı olması gerekmez pek.
*
Bu arada merak ettim; eski kitapları yeniden karıştırdım. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Tek Parti, hasseten Atatürk devrindeki etki ve faaliyet derecesine baktım (William Hale'in 1789'dan günümüze Türkiye'de Ordu ve Siyaset isimli kitabından özetliyorum, Hil Yay, İst. 1996). Durum şu: 20'li yılları takib eden yirmi sene zarfında Türk Ordusunun siyasi rolü "ender bir sükûnet dönemi" olarak adlandırılıyor. Milli Mücadele kazanılıp 1924'te muhalif intibaını veren "Me'bus paşalar" tasviye edildikten sonra genelkurmay başkanlığına Mareşal Çakmak'ın tayiniyle başlayan sükûnet dönemi, bütün tek parti dönemiyle anlamlı tarzda örtüşmektedir! Ordunun Atatürk Cumhuriyeti'ne sadakatini sağlamakta Çakmak Paşa'nın çok önemli bir rol ifa ettiği anlaşılıyor, zira Mareşal'in, devrin mevzuatı uyarınca genelkurmay başkanlığı kabineden ayrı olmasına rağmen, bakanlar kurulu toplantılarına düzenli olarak katılacak derece yönetimle iç içe geçtiğine şahit oluyoruz. Böylece ordu, Çakmak'ın başkanlığında hükümetlerden neredeyse müstakil ama aynı derecede siyasetten kopuk bir kompartımanda bloke edilmiş vaziyettedir. W. Hale, Mareşal Çakmak'ın iki kusurunu (dinî ve meslekî bakımdan muhafazakârlığını) sayarken, uzun görev süresindeki hikmeti de imâ etmiş oluyor.
Aynı yazar, aynı dönemde askerî modernizasyonun ihmâl edildiğini, ordunun tehlikeli ölçüde eskidiğini, Hazine'den askerî harcamalara yeterli ödeneğin ayrılmadığını, bu durumun eski komutanlarla 1950'lerde üst rütbeye yükselecek genç subaylar arasında bir nesil çatışmasına yol açtığını da ilave ediyor.
Uzun sözün kısası, Tek Parti devrinde ordu komutanlarının birer gün arayla basına açık açıklamalar yaparak rejimle ilgili endişeler izhar etmesi, kimsenin havsalasından geçmeyecek bir şeydi; o kadar ki 15 Ocak 1949'da CHP hükümetinin emriyle ilk imam-hatip kursları açıldığında ve aynı yılın 4 Haziranı'nda bir ilahiyat fakültesi açılması için kanun kabul edildiğinde, Milli Şef denetimindeki ordudan "irticâ"ın arttığına dair en küçük bir imâ bile duyulmamıştı!
Bu kadarını sosyal bilim uzmanı komutanlarımız da söylüyorlar zaten, "karşı devrim"in 1950 yılından sonra başladığını imâ etmeleri sebepsiz değil.
Genç okuyucular, "1950'de ne oldu ki?" diye sorabilirler;
Aslında önemli bir şey olmamıştı; ilk defa çok partili serbest seçimler yapılmış, Tek Parti devrinin yegâne tek partisi CHP sandığa gömülmüş, yerine gizli oy açık tasnif esasına göre seçimi kazanan DP gelmişti.
Meraklısı için bir not daha; "Karşı devrim", bir kısım komitacı tarafından1960'ta darbeyle sona erdirildi ama o tarihten beri bu karşı devrimciler, mütemadiyen halkın oyuyla iktidara gelip duruyorlar.
Olay budur, artısı filan da yoktur!