Niçin hep hataya düşmekten kurtulamıyoruz?

Olup bitenler görünürde akli bir teselsülün eseri imiş gibi görünüyor; ne var ki ma'şeri şuurumuz zayıflatıldığı ve fikr-i takib hissimiz avareleştirildiği için makul gibi görünen fikri teselsülün son birkaç halkası dışında daha derine ve eskiye gidebilmek mümkün olmuyor.

Yine sokaklardayız. Haklı bir dava için eylem yaptığına inanan yüz binlerce insan İtalya'ya ve "itibarlı misafiri"ne lanetler yağdırıyor. Her nedense Türkiye'de kamuoyunun fazla inceleyip-kurcalamadan "tek ağız-tek yürek-tek bilek" haline getirildiği günlerde içimi bir ürperme kaplıyor. Kalabalıkların sel gibi aktığı, kitlelerin; ancak slogan ve heyecanlı çığlıklarla düşünebildiği (veya düşünemediği) ortamlarda kapıldığım tedirginlikten rahatsızlık duyup kendimi hesaba çekiyorum, "Ne oldu sana? Gençlik yıllarında nerede bir dalgananan bayrak görsen yüreğin kabarır, önünü-ardını düşünmeden akli melekelerini sloganların idare ettiği kitleye emanet ederdin? Milli hislerin mi zayıfladı? Ne oldu sana ki, böyle soğukkanlı oturup bütün sinir uçlarını teyakkuz haline getirerek 'yine dolmuşa mı bindiriliyoruz?' tedirginliği ile öküz altında buzağı arıyorsun, ne oldu, ne oldu ki böyle milletinin coşku ve heyecanını bölüşmek yerine tedirginleşiveriyorsun?"

Kendimi hesaba çektiğim suallerin cevabı bende mahfuz; ama bir hadiseyi doğru anlamak ve yorumlamak için sebep-sonuç ilişkilerini gidebildiği kadar geriye götürmek ve açılabildiği ölçüde genişletmek, "doğru düşünme" cehdinin ilk lazımesi. Kamuoyunu harekete geçirmek için sebep-sonuç ilişkilerinin son birkaç halkasına kuvvetli atıflarda bulunmak suretiyle kamuoyunu yönlendirmek artık çocuk oyuncağı haline geldi. Halbuki ilim, mümkün mertebe bütünü görmeyi, parça-bütün münasebetlerini fark etmeyi ve parça hakkında esaslı bir fikir sahibi olduktan sonra bu ameliyeli parçadan bütüne, bütünden parçaya doğru gerekirse defalarca tekrarlamayı emrediyor; gerçeği aramanın, ara ve nihai kararlarda mümkün mertebe hata yapmadan olup-bitene dair bir tasavvur oluşturmanın "vahy" ve "hads" haricinde daha geçerli bir usulü yok. Bir problemin çözümü işlem basamaklarından meydana geliyor; hal-i hazırda yapılan şey, diyelim ki on basamaklı işlemin son üç basamağına dayanarak problem hakkında fikir yürütmeye benziyor ve hata buradan kaynaklanıyor.

Niçin hep hata yapmaktan kurtulamıyoruz; niçin bütün akıl yürütmelerimiz -görünürde kendimizi haklı hissetmemize yol açsa bile- bizi irrasyonel sonuçlara götürüyor? Çünkü hakikate karşı itinasız bir duruşumuz var; hakikate karşı samimi olamadığımız için, hakikati incitiyoruz. Hakikate karşı itinasızlık, neticede hakikati küçümsememize yol açıyor. Türkiye'de işler -görünürde- hakikate aykırı olsa bile kişilere, kurumlara birtakım avantajlar sağlıyormuş gibi seyrediyor; öyleyse eğri oturup doğru konuşalım; avantajı hakikate tercih ediyoruz. Bütün kurnazlıklar kısa vadeler için cari. Doğru akıl yürütmenin vadeyle ilişiği yok.

Hatalarla mülemma bir işlem dizisinin herhangi bir basamağında hakikate dönüş yapmak mümkün; ama samimiyetle! Samimiyet, işlem dizisinin hangi basamağından itibaren hata yapıldığını kabul etmekle başlıyor. Hata yapmak kim, biz kim? Hata yapmak, bizde sadece teorik planda kabullenebileceğimiz beşeri bir zaaf. Hatayı genellikle ya muhalefet yapar, ya dış güçler ya da içimizdeki düşmanlar. Hatayı samimiyetle kabullenmeden hakikatin gönlüne girmenin çaresi yok. Neticede ortada kaba bir irrasyonalite, bir saçmalıklar ve ahmaklıklar dizisi olarak tecelli eden hata zinciri, Türkiye'de kolektif aklı henüz ilkmektep şehadetnamesinden mahrum bir seviyede gösteriyor.

Bugünlerde herkes ya İtalya'ya küfrediyor ya Apo'ya. Eski hatalar, yeni hatalarla tahkim ve takviye ediliyor. "Biz nerede yanlış yaptık?" diyebilen nadir; sokaklar yine öfkeli kalabalıklarla dolu.

Hakikat bizsiz de tecelli eder; hakikati sistematik tarzda taciz etmekle hakikati geriletemezsiniz; olan bize olur; olan da budur.


Kaynak (Arşiv)