Neyse odur!

Her devirde muktedirlere yakın durmakla mâruf bir şahıs, son günlerde mâhiyet ve sebebine pek akıl ermemekle birlikte Hizmet hareketine dahle yönelik ilginç şeyler söylemeye başladı.

Müstakil’ül efkâr bir yerde durarak samimi görüşünü belirtmiş olsa şüphesiz daha fazla ciddiyeti hak ederdi; böyle yapmıyor, yine muktedirlerin sâyesi altında bulunduğu yerden kendince hoşluklar sergiliyor; fıkralar, nükteler naklederek zaman zaman vecde gelip sosyolojik fetvâlar veriyor.

Şahsen ma’zurdur. Gerek gölgeliğinde serinlediği mercîin görüşlerini naklediyor olsun veya tam aksine kendi içtihadını seslendirsin, önemli sayılmaz. Bu noktada esef etmek gereken hâl bu manidar taarruzun teşkil ettiği kombinasyondur. Bizim orada büyüklerimiz derlerdi ki, “Yahşi yiğit yâreninden belli olur!” ve ardından hemen ilâve ederlerdi; “Aman oğlum, arkadaşlarını, ahbâbını, yârenini iyi tanı ve öyle seç. İnsan ailesini seçemez fakat ortağından, ahbâbından, yolda beraber yürüdüğü insanlardan sorumludur. ‘Ben iyiyim, arkadaşlarım fenâ’ diye bir mâzeret yoktur. Bir insan hakkında kanaat edinmek için evvelâ yârenine bakarlar!”

Son günlerde basında hükûmet umûrunu savunmak sadedinde “sâye”ye girip “Tekmil batarya”, pardon “iki top birden” yaylım ateşi açanlara baktıkça hikmet-i hükûmet nâmına efkârlanıyor, endişeleniyorum; “Vah” diyorum, “Yârenleriniz bunlar mıdır?” ve aklıma o meşhur beyit geliyor.

Şehzade Mustafa’nın katli üzerine şair Necâtî’nin yazdığı mersiyedendir o beyit:

“Yanunca bunca kulundan bir âdemin bile yok;

Begüm bu nice seferdir kim, ihtiyâr ettin?”

Bu mevzuya denk düşen fıkra, tarihi nükte kıyâmet gibi ve ardı ardına sıralamak da pekâlâ mümkün fakat bunda bir mârifet görmüyorum. Kem söz sahibinin olsun. Söyleyenin değil söyletenin gönül incittiği bir yerde, elçilerin zevâli olmaz.

Yeri gelmişken ilâve edeyim: “Biz bazı arkadaşlara kendimizi iyi anlatamamışız” gibi bir hüsniniyetle yeni polemikler açılmasını da kendimce pek isâbetli bulmuyorum. Neticede yıllardan beri herkesin gözü önünde ve kamunun denetimi altında çalışıp didinen bir topluluk hakkında bilinmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Belki tek eksik şu: “Bu insanlar nasıl bu kadar iyi olabilir, ucunda hiçbir ikbâl, maddi bir çıkar veya beklenti görünmediği âşikâr iken nasıl olur da bunca insan, hakikaten sıradan akla sığmayan derecede feragat göstererek temiz kalabilir?” düşüncesini izâle etmek o kadar kolay olmuyor. Çünkü “Açık sır” türünden olgular şaşırtıcıdır ve kolay kabullenilmiyor; hatta kendinizi anlatmak için bezlettiğiniz nezâket ve iyiniyetin, zaaf gibi de algılanması da cabası.

“Niçin bu kadar iyisiniz?” vehmi, ardına şu kemirici suali de sürüklüyor, “İnanmam, mutlaka peçeli bir niyetiniz, gizli bir hesabınız daha olmalı; nedir o?”

Vakti zamanın muktedir paşalarından biri, konağında verdiği iftara, devrin seküler zihinli ünlülerinden birini de davet etmiş. Yemekler yenilip şerbetler içildikten ve üstüne tatlı ile vernik çekildikten sonra davet sahibi, “Afiyet olsun efendim, buyrun şimdi de akşam namazını edâ edelim” deyince bizim seküler arkadaş hemen cebinden davetiyeyi çıkarıp yeniden inceledikten sonra itiraz etmiş,

-Velinimet, davetiyede iftardan bahsediliyor ama namaza dair bir kayıt yok; beni ma’zur görün!

Bu kıssasın hissesi de şu kısaca: Hablullah’tan başka istinatgâh yoktur; neyse odur! [email protected]


Kaynak (Arşiv)