New York’ta 50 gün
New York’a bundan tam altı sene önce, gazetedeki arkadaşlarla 5 günlüğüne gitmiştik. 2009’un Şubat’ı da kıştı ama 6 yıl sonra New York ve çevresinde karşılaştığım manzaralar bana çocukluk ve gençliğimdeki eski kışları hatırlattı.
Tipiler, boranlar, eksi 20’lere vuran ayazlar. Hele bir ara NY Belediye yönetimi işi fazlaca ciddiye alıp ertesi gün kimsenin işe gitmemesini, ailelerin çocuklarıyla evlerinde oturmalarını duyurup ertesi gün beklendiği kadar tipi filan olmayınca manzara daha renklendi.
New York’ta çalışan oğlum ve gelinimin ısrarlarıyla başladı mâcera. Önceleri, “Olur, geliriz bir ara inşallah” diye daveti resmen savsakladım; bir ara üç-beş gün ziyaret eder döneriz diye düşünüyordum ama büyük oğlum gidiş-dönüş biletlerini bir emrivaki yapıp elimize tutuşturunca iş ciddiye bindi. Gidiş ve dönüş arasında 50 gün olduğunu görünce tam tuzağa düştüğümüzü anladık ama dostlar başına; tatlı bir tuzaktı bu...
Uzun bir tatil yapabileceğimi düşünüyordum ve yanıldım tabii ki. İnternet’in evrensel bir ağ olması hesaplarımı boşa çıkardı. Gündelik rutin çalışmaların arasına sıkıştırdığım ahbab ziyaretleri ve alışveriş gezileri, tatil değil belki başka türden daha yoğun bir çalışma oldu. Şikayetçi değilim ama…
ALIŞ VERİŞ İŞLERİ
Standart bir Türk’ün ABD’de ‘gezdim, tozdum’ diyebileceği en büyük faaliyet, -artık Türkiye’de de olduğu gibi- AVM’leri gezmekten ibaret. Elbette çok daha büyük, elbette ürün açısından çok daha farklı ama neticede aynı şey. Biz yaştakilerde Özal dönemi öncesinden kalma bir “Oralarda kimbilir neler neler vardır!” imrentisi vardı. Oralarda, tüketim malları açısından Türkiye’de bulunmayan bir şeyler kalmadığını farketmek her defasında insanı şaşırtıyor ve sevindiriyor. Belki gıda ve sebze-meyve reyonlarındaki çeşitlilikten bahsetmek mümkün. Tipik bir Egeliyi bile etkileyecek derecede zengin çeşitte yeşillik ve sebze reyonlarında, “Yahu bu otlar nedir, ne işe yarar, nasıl pişer” diye şaşırmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Benim alış-veriş listemin ilk maddesi, şöyle etekleri uzunca, sıcak bir pardösü benzeri bir giyecek edinmekti ve onca araştırmaya rağmen bir ay sonra aradığımın bir benzerini bulabildim.
Öteki madde, tahmin edeceğiniz üzere hırdavattı ama öyle hemen aklınıza gelen çekiç, rende, testere cinsinden değil... Birkaç aydan beri amatör seviyesinde Saraciye meşgalesi üzerine yoğunlaştım. Evde yol açabileceği döküntü ve kirlilik bakımından marangozluğa nazaran bir derece daha temiz bir iş. Aklımın erdiği kadarıyla İstanbul’da saraciye malzemesi satan dükkanları dolaştımsa da –deri hariç- aradığım malzemeyi bulamadım. “Artık ABD’de kimbilir ne mağazalar vardır; seçer beğenir esaslı bir saraç takımı dizerim kendime” diye hesap ediyordum; hesabım kısmen doğru çıktı çünkü bu gibi alengirli ve artık pek icracısı kalmamış zenaatlerin perakende malzemesini bulmak neredeyse imkânsız. İnternet üzerinden sipariş vermek mümkün ama gözle görüp sağına soluna bakmadan bir fotoğraf üzerinden kanaate varmak kolay mı? Üstelik pazarlık imkânı da yok. Lâf aramızda pazarlık yapmayı ömrümce hiç beceremedim; ayrı bir yazı konusu! Yine de beni hayli zaman oyalayacak miktarda cici saraciye takımları ile aziz yurdumuza dönmüş bulunuyorum. Yeri gelmişken bir tesbitimi belirtmek isterim: Bizde deri ve ham malzeme gayet kaliteli, onlarda ise âlet yapma titizliği imrenilecek seviyelerde. Bu da bir başka yazı konusu! İşi ağır yapıyorlar, benim zevkime göre biraz da kaba fakat sağlam ve güzel.
Anlıyorsunuz ki, bizim estetik zevklerimizin şekillenmesinde Avrupa tesiri daha baskın; ee, şöyle böyle 800 seneden beri Avrupa’nın kapıbir komşuyuz…
“MADE IN USA” NEREYE?
Bu arada önemli not: Tekstilden hırdavata kadar ürünlerin çoğunda Uzakdoğu pazarlarında harıl harıl üretim yapan Taiwan, Çin, Vietnam gibi ülkelerin imzasını görmek de şaşırtıyor insanı. Birleşik devletler teknoloji yoğun, ince işlerde daha fazla değer üretirken sınai mal diyeceğimiz sektörden yavaşça elini çekmeye başlamış sanki. Bana pek hayra alâmet gibi görünmedi; ne var ki mal ve hizmetlerin bu kadar hızlı hareket edebildiği ve geniş pazar bulabildiği küçülmüş bir dünyada, 20. yüzyıldan kalma ‘yerli malı’ saplantısı gittikçe anlamını kaybediyor galiba.
-
Size sevimsiz bir haber vereyim; Türkiye’deki sert kamplaşma iklimi, Avrupa’daki Türk topluluklarını etkilediği gibi ABD’de yaşayan Türkleri de vurmuş maalesef. Partili-partisiz, şucu-bucu bütün Türklerin katıldığı ortak bir faaliyet neredeyse yok gibi. İnsanların gurbet ellerde politik görüşlerine göre birbirine tavır takınması gerçekten çok üzücü. Söylemeye dilim varmıyor, cuma mescidlerinde bile sevimsiz psikolojinin varlığını hissettim. Avrupa’daki camilerde çok öncelerden beri yaşanan ayrışma, ABD’de de var. Bir mânâda herkes kendi mescidine devam ediyor. Diyanet’in camisine gitmektense Filistinlilerin, Endonezyalıların mescidini tercih edenler bile oluyormuş. İslâm dünyasından farklı çehreleri tanımak için iyi bir fırsat ama mescidlerin birleştirici fonksiyonunu kaybetmesi çok üzücü. Vebâli mesullerinin başına!
DEMOKRASİNİN AŞİRETLER DEVRİNE MİYİZ?
Amerikan gündelik hayatında siyasetin neredeyse kimsenin ilgisini çekmeyişine bayıldım ve anladım ki binanın vaktiyle doğru esaslar üzerine kurulması gerekiyor. Siyasetle ilgilenen insanlar var şüphesiz fakat Türkiye gündemine boğazına kadar gömülmüş olanlarımız için farkedilmeyecek kadar geride duruyorlar. Onlar postu çoktan ölçmüş, paylaşmış ve ortak kurallara saygı göstererek bir sistem inşa etmişler. Biz henüz post kavgasındayız. Bırakınız kanunları, anayasayı, sistemi filan daha sözlükteki kelimelerde bile mutabık değiliz (Bkz. ‘Müsait’ tartışmaları!). Bir yerleri ele geçirmek iştahının bu derece âşikâr bir hırsla siyasi mücadele konusu edilmesinden anladığım şudur: Biz demokrasinin henüz beylikler, hatta aşiretler, kabileler dönemini yaşıyoruz. Türkiye’deki kavga siyaset kavgası görüntüsünde bir aşiretler mücadelesi ve işin berbat tarafı anlaşmak için ortak hukuk zemini yok. Çıplak güç geçerli. Öyleyse ‘Millet olmak’ tarifine bir nitelik daha eklenmeli: Kamu idaresinin esasları üzerinde, özellikle hukukun gerekliliği üzerinde mutabakat sağlamak.
DEVAMI HAFTAYA İNŞALLAH
Farkettiğiniz üzere 50 gün gibi hayli uzun bir sürede bile Türkiye’den kopmak mümkün olmuyor. Karşılaştığınız her farklı unsurda ister istemez mukayeseye başlıyor ve genellikle üzülüyorsunuz. Hal böyle olunca bir kerede bitirmeyi tasarladığım New York intibalarını birkaç hafta daha uzatmak gerekecek anlaşılan.