Nerede şehir merkezli siyaset?

Muhalefetin mahalli seçim taktiği üç aşağı beş yukarı belli oldu: Kıbrıs meselesi!

"Kimin toprağını kime peşkeş çekiyorsunuz, verdirtmeyiz, bıraksak bunlar memleketi parselleyip şuna buna satarlar" edebiyatının bizde her zaman müşterisi bulunur. Meselelerimizi "siyaset tekniği" ile çözmekte ırsen başarısız olduğumuz için "hamasi siyaset"i tercih ederiz biz.

Mahalli seçimler ekseninde "beledî" meseleler, yarım asırdan beri yüzümüze-gözümüze bulaştırdığımız Kıbrıs dâvâsı'ndan daha mühimdir belki de. Biz yine tersini yapacağız ve Kıbrıs'ın mahalli seçimlerde iktidarı yıpratmak için kullanılması -eğer öyle olursa- bizim siyaset anlayışımıza mahsus bir garâbet olarak tecelli edecek. Halbuki mahalli yöneticilerin seçileceği bu süreçte en evvel mahallî, beledî, hatta medenî meseleler üzerinde yoğunlaşmak gereği açıktır. Bazıları, "ne ilgisi var" diye dudak bükebilir ama bana göre beledî ve medenî meselelerdeki kabiliyetsizliğimiz, daha büyük çaplı siyasi problemlerde bizi zaafa uğratan, bünyevî bir tâkatsizlik meydana getiriyor.

Bu çerçevede AB'ye girmek ihtirasımızı gemleyen en tabii faktör, hariciyenin çalışkanlığından ziyade biz Türklerin şehir yönetiminde gösterdiği kabiliyetsizlikle izah edilmelidir. Bir şehri, kasabayı, beldeyi yönetmek ve orayı yaşanılır bir yer kılmak çok mühim bir medenî bir haslettir. Boş zamanlarımızda oturup, "biz Türkler tarihte büyük medeniyetler kurmuş bir millet olarak..." lâflarıyla başlayan kuru öğüntülere kalburla su taşımayı pek severiz de pek çok şehrin kıyılarında teşekkül eden yeni semtlerin acınası düşkünlüğünü izahta zorlanırız.

Paraysa para, plansa plan, "okumuş çocuk", uzman derseniz sayısına bereket. Öyleyse birisi çıkıp izah etmeli; küçük çaplı da olsa bir şehir kurmakta niçin başarı gösteremiyoruz; niçin 2004 yılında hâlâ bir inşaatın sağlam ve dayanıklı olduğu gibi çok basit bir meselede yetki kargaşasının sürmesine müsaade ediyoruz? Niçin Konya gibi "mâmur" bir beldenin göbeğinde bir bina boş çuval gibi hâk ile yeksân olunca suçlu aramaya kalkıyoruz. Bir şehri, bir mahalleyi planlamak eninde sonunda "muasır medeniyet seviyesinin üstüne sıçramak" kadar aman aman bir hüner gerektirmezken niçin kasvet verici bina blokları dikiyor, niçin her defasında altyapı meselelerinin altında eziliyoruz?

İstanbul'un haline bakıyor musunuz: Azmanlaşmış kütlesinden ötürü en basit sıhhî, sosyal ve medenî ihtiyacın karşılanabilmesi için "zulüm" derecesinde emek ve kaynak sarfı gerekiyor artık. Dünyanın en güzel şehri, devâsâ bir çilehânedir. İstanbul'a katkı nâmına orada ancak muazzam bir kaos inşâ edebilmişiz.

Her ziyaretimde geleceğe kötümser bakan fütürist ve fantastik bir film dekorunda gezinmiş gibi bir korkuya kapılıyorum; insani hadleri paramparça edilmiş bir şehir, elbette iki damla yağmur yağınca kaskatı kesilmeyip de ne yapar?

Türk siyaseti gereğinden fazla devlet merkezli ve anormallik devletin aleyhine çalışıyor. Siyasetimizde "şehir" kavramının adı yok; doğru dürüst "şehirli" olmadığı için şehir merkezli siyasete güç verecek bir cereyan da hissedilmiyor. Partilerimiz -iktidarda olanı da dahil- tez zamanda bir genel başkan örgütü haline geliveriyorlar. Belki de bu yüzden mahalli seçimlerde en güçlü, yetişkin ve kabiliyetli insanların şehir yönetimine aday olmalarını beklerken hayal kırıklığına uğruyoruz.

Gidin sorun isterseniz; şehirli seçmenin seçim perspektifi, "iktidar adayını seçersek, bol yatırım alırız" kurnazlığından ibaret. Her neyse, önemli değil bunlar; "Kıbrıs"ı Rum'a kaptırmayalım kâfi!


Kaynak (Arşiv)