Ne zaman ‘mimarlık’ tüketmeye başlayacağız?
Mimarlık tüketilebilir bir ürün müdür?
-Bugüne kadar hiç mimarlık ürünü tükettiniz mi?
-Bir mimarlık ürünü ile aranızda nasıl bir ilişki vardır; yani, mimarlık neticede tüketilebilir veya kullanılabilir bir ürün ise, siz ona karşı nasıl bir tavır takınırsınız? İlgisiz mi davranırsınız, ne derece etkilenirsiniz, bir mimarlık ürününü size beğendiren veya sevimsiz gösteren şeyler üzerinde hiç düşündünüz mü?
Sorulara kendi cevabınızı vermeden geçmemenizi rica ediyorum.
Mimarlık elbette bir üründür; teknikle sanat arasında ama daha ziyade sanat kavramına yakın bir ürün.
Hepimiz bu ürünü tüketiyoruz; illâ bir mimara proje sipariş edip parasını ödemek anlamında bir alışveriş veya tüketimden bahsetmiyorum. Bu ürünlerin içinde yaşıyoruz, dışardan seyrediyor, etkileniyoruz. Binaların peyzaj içine nasıl yerleştirildiği, çevresindeki diğer binalar, yol, park veya anıtlarla ilişkisi, iç teşkilatı, kullanılış amaçlarına uygunluğu, tek başına ve komşularıyla yanyana dururken taşıdığı anlam hepimizi dolaylı olarak veya doğrudan ilgilendiriyor ve etkiliyor.
Mimarlık bizi ilgilendiriyor ve etkiliyor fakat bizim mimarlık ürünlerini etkilememiz, hatta biçimlendirmemiz genellikle söz konusu olmuyor. Daha çok tek istikametli bir ilişki söz konusu. Ev satın alan veya yaptıranlar mimari ürünün te'lif hakkına dolaylı olarak para ödüyorlar fakat bu iş için para ödemek, ürün üzerinde irademizin yansıması anlamına gelmiyor. Mimari tarzı ve biçimi üzerine doğrudan söz sahibi olmadığımız binaları kullanıyor, içinde yaşıyor veya onları seyrederek etkileniyoruz; neticede mimarlığın temelinde yer alması gereken "insan-mimari" ilişkisi kurulmuş olmuyor. Kendi arsası üzerine ev yaptıranlar (hatta başkasının arazisi üzerine ev yaptıran gecekondu sâkinleri) bu genel hükmün çok küçük bir istisnasını teşkil ediyorlar. Bizim adımıza mimari tercihlerimizi yapı müteahhitleri, yapsatçılar belirliyor.
Mimarların bu ilişkisizlikten şikayetçi olduklarından eminim çünkü onlar kooperatif veya apartman türü yapıları tasarlarken toptancı bir yaklaşımla davranmak zorunda kalıyorlar, tanımadıkları insanların kullanacağı mekân üzerinde belirleyici oluyor, arsa üzerine yerleştirdikleri bina alanına mümkün olduğunca bağımsız birim yerleştirip bu planı diğer katlarda tekrarlamak suretiyle problem çözüyorlar. Mesleklerini icra ederken onların mesleki açıdan pek tatmin bulamadıklarını, sıra işi apartman tipi mesken tasarlamak değil de, sıradışı siparişler aldıklarında, mimarların daha rahat düşünüp bina tasarlayabildiklerini tahmin edebiliriz. Meselâ devlet tarafından açılan proje yarışmaları, özel sektöre bağlı büyük şirket ihaleleri veya hali vakti yerinde olanların özel siparişlerine bakarak mimarlarımızın hayal hânelerinde ne tür bir "mimarlık-insan" ilişkisi kurduklarını anlayabiliyoruz. Elbette bu tür binalar, tamamen mimarların inisiyatifine bırakılmış örnekler gibi değerlendirilemez ama bu eserlerde önemli ölçüde mimarlık birikiminin yansıdığı da bir gerçektir.
İki büyük partinin (MHP ve CHP) Ankara'da inşa ettirdikleri çok katlı genel merkez binalarına işte bu gözle bakıyorum; her ikisinde de monumental, yani abidevî bir ifadenin tercih edilmiş olmasını dikkate değer buluyorum; insanda saygı ve heybet hissi uyandırması maksadıyla tasarlanmış yapılar bunlar. Bina içinde genel başkanların kullanımına tahsis edilmiş çalışma yerlerinin dışardan bile hissedilecek ölçüde ayrıca vurgulanması da mânidardır; âdeta demokrasimizin işleyiş ve kavranış tarzından haber veren bir uygulama ile karşı karşıyayız.
Bir mimarlık ürünü, mimarın tasarım gücü kadar sipariş sahibinin talep ve onaylarını da belgeleyen bir eserdir; bu açıdan bakıldığında bu iki binanın "parti" fikrini yücelten, doktriner prensipleri vurgulamaya itina eden, buna mukabil insanı, yani seçmeni saygılı olmaya, bina karşısında huşû duymaya davet eden ifadesi önem kazanıyor; buna mukabil güzellik, sâdelik, alçakgönüllülük, paylaşım, rahatlatıcılık gibi sair duyguların mimarlık ürününe aksetmemesi de tenkide değer hususlardandır.
Bu noktada mimari projeyi beğenen ve onaylan parti yöneticilerini eleştirmek, yapılması gereken son şey olmalı diye düşünüyorum. Mimarlık ürünleri ve mimari karşısındaki ilgisizliğimiz, millî gelirimizin başka ülkelere nisbeten düşüklüğü ile izah edilebilecek bir davranış değil; hepimizi kapsıyor. Yazının girişindeki sualler bu yüzden sebepsiz değil; zihnimizde bir dikkat odacığını faal hale getirmeyi amaçlıyor.
Bin yıldan beri bu topraklarda yaşıyoruz; bu bin senenin pek çok hususlarda anlamlı bir birikime yol açması beklenirdi fakat nedense mimari ürünlerimize bu açıdan baktığımızda bu topraklarda on asırdır yaşıyor olmak yerine henüz daha dün gelmiş, yeni taşınmış gibi "tutunma" telâşesi içinde görünüyoruz. Şehirlerimizin kılık-kıyafeti bu yüzden dağınık ve bütün makyaj itinasına rağmen sefil bir manzara sergiliyor. Şehirlerde yeşil alanlar olması gerektiğini keşfedeli bile çok olmadı; trafik, çevre kirliliği, gürültü, stres gibi olumsuzluklar kendi elimizle icad ettiğimiz problemlerdir.
Halbuki şehir planlarını dülgerler, inşaat işçileri, mahalle sâkinleri, hatta yapı müteahhitleri biçimlendirmedi; onlar, bu işin mektebinde okumuş uzmanların elinden çıktı; şehir plancıları, peyzajcılar, mimarlar, mühendisler gibi teknik elemanların meslek bilgisi, siyasi otoritenin onayı ile vücut buldu. Kâğıt üzerinde kimin hangi işi yapması gerektiği hakkında bir yanlışlık yok; netice kötü. Netice kötü çünkü bu hesapta toplumun bin yıllık kültür ve mimarlık birikiminin aksi yok. Eski mimarlık tecrübelerimizi yok saydık, sahip çıkmadık ve bu işle görevli teknik eleman ve sanatkârlardan bu yönde bir talepte bulunmadık.
Mimarlık ürünleriyle, mimari ile ilişkimizi mimarlar tayin etmiyor; biz belirliyoruz; biz neysek mimarlığımız da odur.
AKLINIZDA BULUNSUN: ŞİFRE KIRICI
Yazar Tuncer Günay, yedi sene önce iki bankaya toplam 900 milyon TL tutarındaki kredi kartı borcunun kısa zamanda kartopu gibi büyümesi üzerine kırıp-sarıp 15 milyar ödediği halde hâlâ 7 milyar borçlu olduğunu farkedince başladı her şey. Kitabın adı "Şifre Kırıcı". Yazarının tabiriyle "tuğla" kalınlığındaki çalışmanın ilk baskısına 500 sayfa daha ilave edildi.
Neresinden bakılsa klasik bir Türkiye hikâyesi.
Kitabı temin etmek isteyenler, bu çalışmayı destekleyen ATO Başkanı Sinan Aygün'e yazarlarsa adreslerine ücretsiz gönderilebiliyor. Adresi veriyorum:
Sinan Aygün / ATO Başkanı, ATO, Eskişehir Yolu, Söğütözü-Ankara