Ne şecaat arz etme; ne sirkatin söylemek!

Geçen haftanın ilk günü iki kere güzeldi; "minimini birler", yani bu sene okula başlayan çocuklar, okullarıyla tanıştılar ve o pazartesi günü ramazanın biriydi; yani meseleye güzel bakmak isteyenler için yeterince vesile mevcuttu.

"Ramazanın biri" denince herkesin aynı şeyi anlaması, benzer tedaileri hatırlaması, aynı ruh hâletine bürünmesi beklenmez elbette. Bazen öyle olur, sinirli birine "canım" diyecek olursunuz, "canın çıksın" cevabıyla karşılaşınca o an itibariyle farklı iklimlerde gezindiğinizi fark edersiniz. Aşağıdaki örnek de işte böyle. Ramazanın ilk günü bir gazeteci yazar, 8-10 sene önce bir arkadaşından dinlediği hadiseyi hatırlayarak okuyucularıyla paylaşmak istemiş; "Ramazanın ilk günü sizlerle paylaşmak istedim... Çünkü, öyküden çıkaracak önemli dersler var." diyor ve okuyucularına hayırlı ramazanlar diliyor. Bu dikkat çekici hadiseyi özetliyorum, ders kısmına sonra geleceğiz.

İKİ CAMBAZ BİR İPTE...

İstanbul'un sanayi bölgelerinden birinde tekstilci bir iş adamına o civardaki cami yaptırma derneğinin mensupları geliyor ve diyorlar ki, "Biz filan yere cami yaptıracağız, yardımlarınızı bekleriz."

İş adamı bu yardım talebi üzerine hemen şu cevabı veriyor:

- Hay hay, fakat bir şartım var; bütün masrafları ben üstleneyim, camiye babamın adını verin!

Bu cami derneğinin başında iş dünyasında yakından tanınan, daha sonra siyasete girip bakanlık bile yapmış muteber bir isim varmış. Konuyu derneğin yönetim kurulunda tartışıp karara bağlamışlar, "olur" demişler, "siz camiyi yaptırın, babanızın adını da koyun."

Bunun üzerine tekstilci iş adamı meseleyi tâ mimari projesinden ele alarak verdiği söz üzere camiyi tamamlamış, baba adını da mermere yazdırmış; açılıştan bir gün önce derneğe uğrayınca ne görsün? Dernek başkanı, cami için kendi babasının adını taşıyan bir tabela yaptırmış meğer!

Tabii, 'olurdu, olmazdı" diye münakaşa başlamış. İş adamı sinirlenip dernek başkanının baba adını taşıyan tabelaya tekme atmış ve demiş ki, "buna asla izin vermem; bak görürsünüz!"

Uzatmayalım, neticede iş adamının dediği olmuş, cami, dernek başkanının değil, iş adamının baba adıyla açılmış; fakat belli ki dernek başkanı camiden elini çekmek, pes etmek niyetinde değildir. Bir süre sonra camiye atanacak imam mevzuunda yeni bir anlaşmazlık çıkmış. Dernek başkanı kendi adayını tayin ettirmek istiyor fakat iş adamı "Günahını almayayım ama bu imamı gözüm tutmadı." gerekçesiyle karşı çıkıyor. Uzatmayalım bu defa dernek başkanı galip gelmiş, sözü edilen imamın tayini yapılmış. Bizim iş adamı öyle kolay pes edeceklerden değil ama; imamla görüşüp demiş ki,

"Hocam sana maaşının üç katını kendi cebimden vereyim; fakat şu cami yaptırma derneği başkanı olacak adama yüklen, onun aleyhinde bulun, konuş; gerisine karışma!"

Dernek başkanı bir süre sonra fark etmiş ki atanması için bizzat uğraştığı imam, aleyhinde ileri geri konuşmakta; hemen nüfuzunu kullanarak imamı camiden başka yere tayin ettirmekte gecikmemiş.

"Ee, ne olmuş yani" diyeceksiniz; olup biteni bu işte: Hayırsever iş adamı kendi tezinde haklı çıkmış, çünkü onun vaktiyle "benim bu adamı gözüm tutmadı" dediği imam, iş adamının açıktan verdiği rüşvete tamah ederek dernek başkanı aleyhine konuşarak karakterini ifşa etmiştir.

İmam şaşkın, iş adamı zevkten mest, dernek başkanı öfkeli...

"HAYIR OLMAZ" DİYEBİLİYOR MUYUZ: DİYEMİYORUZ!

Şimdi olayı sâkince değerlendirmeye geçebiliriz. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye'de cami yaptırma işleri biraz böyle yürümektedir; "cami tamamlansın, hizmet yerine gelsin de kimin ismini taşıdığı önemli değil" fikri galebe etmiştir fakat açılış yapılacağı gün iş adamı ile dernek başkanının iki farklı tabela ile birbiriyle "hayır camiye benim babamın adı konulacak" diye münakaşa etmesi, herhâlde ancak yerli komedi filmlerinde görülebilecek bir rezalettir.

Peki, "hayır, bu kadarı da olmaz" diyebilir miyiz; diyemeyiz, olur, hatta daha fazlası da olur; nitekim imam meselesinde iş adamının açıktan para, yani rüşvet vererek kendi tezini isbata kalkışması fazlasıyla tanıdık ve hiçbirimize yabancı gelmemesi gereken bir davranış kalıbıdır. Bazı vâriyetli kişilere göre herkes satın alınabilir ve bu neticede bir rakam meselesidir. Aynı mantığı devam ettirerek sıradan, masum ve ilgisiz bir kişiye normal şartlarda asla yapmayacağı bir şeyi yapması için büyük paralar karşılığında "ahlâksız teklif" yapılarak başarı kazanmak da mümkündür.

Kısacası, "hayır, gazeteci yazarın söyledikleri doğru değildir, olmamıştır, Türkiye'de hiçbir imam, maaşının üç katı ekstra gelire kanarak böyle şey yapmaz" demiyoruz; aynen, "hayır, böyle şey olmaz; Türkiye'de bu kadar dejenere, ne istediğini bilmeyen, babası olmaktan başka özelliği olmayan kişiye itibar kazandırmak için ona cami ismi satın almaya kalkışacak kadar şaşkın bir iş adamı çıkmaz aramızdan" diyemediğimiz gibi...

Çıkar, bal gibi çıkıyor; böylelerini görüyor, tanıyor, biliyor, aralarında yaşıyoruz.

Peki, "hayır, olmaz; Türkiye'de böyle gazeteci, yazar çıkmaz; ramazanın ilk gününde herkes iyimser duygularla içindeki güzelliği artırmaya çalışırken, dine ve dinî kurumlara karşı ne kadar alâkasız olursa olsun bir memleket evladı çıkıp da cami yaptırma derneklerini, o kuruluşlara emek veren samimi insanları, bu derneklere hiçbir menfaat beklemeden katkıda bulunan iş adamlarını ve hayırseverleri, imamları incitecek, üzecek şeyleri değil yazmak, aklına bile gelmez" diyebiliyor muyuz?

Diyemiyoruz!

Çünkü onlar var, şunlar var; bunlar da var.

BU HİKÂYEDEN ÇIKAN ÖNEMLİ DERSLER NELERDİR?

Ve nitekim yazısının sonunda diyor ki, "öyküden çıkaracak önemli dersler var"; hakikaten öyle. Benim çıkarabildiğim ders işte budur:

1- Caminin isim hakkını pazarlayan yaptırma derneklerine güvenmeyeceksin.

2- "Parasını vereyim, camiye dedemin adını koyun" diye şartlı tekliften yüzü kızarmayan "hayırsever" iş adamlarına güvenmeyeceksin.

3- Maaşının üç katı paraya kanaatlerini satan imamlara güvenmeyeceksin.

4- Ramazanın ilk günü okuyucularına böyle garip ve esprisi anlaşılmayan hikâyeler anlatan gazetecilere de güvenmeyeceksin!


Kaynak (Arşiv)