Ne medeniyet ama!
Söz bitti; “Söylenecek her şey söylendi” mânâsında değil, herhangi bir haber veya yorumun anlamını kaybettiği şeklinde anlamalı bu cümleyi. Kimsenin yekdiğeri hakkında sarf edebileceği, “şunu unutmuşum” diyebileceği bir zannı kalmadı.
Kamuoyu, yazılıp çizilen şeyler hakkında bir hüküm vermiş olmalı ki, ocağın ikinci haftasında bütün gazeteler toplamda 211 bin tiraj kaybına uğradı. Oysa ki, habercilik bakımından iklim münbit; gazeteler ve ekranlar, sair zamanlarda izleyicilerin çok itibar ettiği köşeli lâflar, açık ithamlar, vahim iddialar ve sert eleştirilerden geçilmiyor. Yeni tiraj yerine okuyucunun gazete almaktan vazgeçmesini neye yormalı?
Yolsuzluk ithamlarının ortaya çıkışı konuyu hızla siyasileştirdi. Hükûmet meseleyi öz varlığına yönelik bir tehdit olarak kabullendi ve işi yargıya bırakmak yerine tam aksine çok sert tarzda karşı atağa geçti. Çatışma, medya üzerinden yürüyor. Haydi büyük lâf edeyim, Türk kültüründe seviyeli ve çözüme yönelik bir tartışma tarzı geliştirememiş olmamız yüzünden medya, çatışmada hakem mevkiinde duramadı, basın tarihimiz de bu hususta iyi bir sicil vermiyor zaten. Hakemler (!), maçın sonucunu belirlemek için sahaya atlayıp oyuncularla kavgaya başladılar; federasyon (!) ise mücadele sürerken kural kitabının beğenmediği maddelerini alelacele değiştirmeye koyuldu.
Olup bitenler hakkında yapılabilecek en soğukkanlı, en âdilâne değerlendirme bence budur.
Bu kriz yatışıp da sular durulunca medya yöneticilerinin sâkin kafayla hasar tespitinde bulunacaklarını tahmin edebilirim fakat basının itibarını yükseltmek için bir şeyler yapabileceklerini sanmıyorum. Biz Türklerde teorik doğrulardan, başka kültürlerin birikiminden hareketle yanlış düzeltme alışkanlığı yok maalesef. Doğruyu ancak bütün yanlışları sırasıyla uygulayıp zararını gördükten sonra kabulleniyoruz. Eh, bu da bir öğrenme biçimidir fakat bunca yüksek maliyetten sonra neye yarar ki?
Yine “Milli kültür”ümüzü silkelemek ve biraz da sevimsiz görünmek pahasına devam edeyim: “Biz Türkler”in problem çözme, daha doğrusu problemi algılama hususundaki “millî” alışkanlığımız da masaya yatırılmayı hak ediyor. Nüfusun çoğunun köylerde yaşadığı zamanlarda, hakkına tecavüz edildiğini düşünenler, saldırıyı mümkünse (dişdişe) fizikî direnme ile ikinci safhada ise aile, sop, mahalle, aşiret şemsiyesi altına sığınarak engellemeye, hukuk tesisine çalışırlardı ve mer’i hukuka sığınmak zaaf sayılırdı. Sosyolojik tablolar zamanla değişti ama büyük harflerle Hukuk’a müracaat etmenin medenî bir icab sayıldığı merhaleye hâlâ ulaşamadık. Genetik alışkanlıklarımız şekil değiştirdi; bu defa güçlü muhitlerden (eşraftan, emniyetten, doktordan, silahlı kuvvetlerden, mahkemelerden vb.) tanıdık edinmek çaresine tutunduk. Bir ferdin tek başına hukuka yaslanarak rutin işlemle hakkını koruyabilmesi, yaşayan kültürümüzde hâlâ lüks kabilindendir!
Hukuk, ihtilâflarımızda hakem olamıyor. Birileri çıkıp büyük bir medeniyet kurmaklığımızdan, milli kültürümüzün üstünlüğünden filan bahsedince yüreğim burkuluyor, “keşke doğru olsa” diye geçiyor içimden.
Halbuki adâlet, bütün insanlığın ihtiyacıdır, her kamu idaresinin temel taşıdır. Âdil bir idare kurmak, insanları seri ve doğru işleyen bir adlî cihazla zulümden emin kılmak mânâsında ne medeniyetimizin, ne de milli kültürümüzün yüz ağartıcı ve mânidar bir başarısı yoktur. Hepimiz hâlâ “Adl-i Ömer” devrini hasretle yâd ederken, o adli niçin sistemik bir kamu fonksiyonu haline koyamadığımızı pek az düşünüyoruz.
Ne yapsak; milli kültürün alt başlık listesinden “adil kamu idaresi kurmak”, “Hukuku herkesin saygı duyduğu bir ortak değer haline getirmek” maddelerini çıkarsak nasıl olur?