Ne maaşı; sosyal yardım bu!
Bir kişinin yapabileceği işi dört kişinin üstlenmesi halinde o dört kişiden üçü fiilen gizli işsiz durumuna gelir; bu durumda dört kişiden birine yapılan ödemenin adı gerçek anlamıyla "maaş"tır; kalan üç kişinin aldığı ise yine fiilen "sosyal yardım" olur.
Türkiye'de devletin kaç boğaza baktığını bilmiyorum; 7 milyon gibi bir rakam telaffuz ediliyorsa da sıhhatinden emin değilim; velev ki 7 milyon olsun, bu rakamın kaçta kaçının "gizli işsiz" olduğunu elbette "ita amirleri" de biliyor, bilfiil gizli işsiz durumunda maaş alarak boğaz tokluğuna idame-i hayat eyleyenler de.
Sosyal güvenlik siyasetinin batağa saplanmasındaki ana gerçek işte bu. Ne var ki bu gerçek, bilinmesine rağmen seslendirilmiyor. "Memura verdiğimiz yüzde 20 zam az; ama bütçe imkanları ancak buna izin veriyor" diye sızlanan siyasetçiler cesur konuşmuyorlar; "takiyye" yapıyorlar.
Memurlar, her sene belli zamanlarda grevli, toplu iş sözleşmeli sendika hakkı için eylem yapıyorlar. Kimse memurların karşısına çıkıp mertçe, "toplu iş sözleşmesi talep edebilmeniz için, pazarlık masasına rekabete dayanıklı iş gücü ve üretim performansınızı koyabilmeniz gerekir. Halbuki çoğunuz gizli işsizsiniz. Çalışmakta olduğunuz kadroları, iş gücünüzün değerli olmasından değil; rica, minnet, iltimas ve siyasi baskı gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle doldurabildiniz. Esasen biz çoğunuza maaş değil, sosyal yardım ödemesinde bulunuyoruz. Bu gerçekler bir tarafta dururken grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı istemeniz yanlışı katmerlendirmek olur. Üstelik siz hem grev, hem de iş garantisi istemekle iş gücünüzün üretim kalitesinden ve rekabete dayanıklılığından emin olmadığınızı gösteriyorsunuz." diyemiyor.
Ortalama memur maaşı düşüktür, hatta sefalet sınırındadır, doğru. Bütçe imkanları daha fazla zamma izin vermiyor bu da doğru; ama devletin bir kişilik işi üç-dört kişiye yaptırdığı da doğru. Bu tutum, üretim ahlakının dejenere olmasına yol açıyor, bu da doğru. Bir memurun yıllardan beri "maaş alıyorum" zannıyla sosyal yardım aldığını kabullenmesi çok zor, bu da doğru.
Devlet bugüne kadar istihdam yaratmanın neredeyse biricik mes'ulüydü; onun için verimlilik kurallarına takla attıran fabrikalar kurup dünyanın hiçbir pazarında rekabete çıkamayan pahalı ve kalitesiz üretimi teşvik etti; bu esnada ekonomiyi liberalleştirmesi gerekirken sendika hukukunu liberalleştirdiği için son derece çarpık ve adaletsiz bir ücretlendirme siyasetinin zebunu oldu. Hatasını fark ettiği an, KİT'leri elden çıkarmayı akletti; ama popülist dalkavukluktan kurtulamadığı için hala vergilerle finanse ettiği nice KİT'te gittikçe büyüyen açıkları, yine halkın vergileriyle kapatmaktan kurtulamadı. Türkiye'de sendikacılık hareketinin belini büken ve neticede işçiye hayrı dokunmaktan ziyade sendika ağaları yaratabilen ana faktör, devletin "işveren" olarak pazarlık masasına oturmasıydı; çünkü özel sektörün istihdam ettiği işçi sayısı, kamu sektörüne göre devede kulak kalıyordu. Buna mukabil sendikacılar, siyasilerle "iş tutmak" suretiyle pazarlık masalarında "işveren devlet"e, akla hayale gelmeyen şartlarda sözleşmeler imzalatabildi. Kısa vadede "sendika işi", işçinin hoşuna gitti; ama onlar bol keseden aldıkları zamlarla evlatlarının üretim hakkını tükettiklerini bilemezlerdi. Aydınlar bu durumu seyretti, devlet seyretti, sendikalar seyretti ve gemi bugün karaya oturdu.
Aklın yolu bir; devletin ekonomide küçülmesi gerekiyor; ama devlet seçkinleri bunu, devletin zaafiyete uğraması olarak anlıyorlar. Mevcut yalanı sürdürebilecek yüzde 20'leri bulabildikleri müddetçe istedikleri gibi düşünebilirler. Emeklilik yaşı meselesi, buzdağının görünen kısmı; suyun altındaki kısmı ise, bütün bir siyasi elitler neslini "maznun" iskemlesine oturtacak kadar büyük ve vahim.
Seçmenin binde bilmem kaç küsur oranıyla cezalandırdığı Besim Tibuk doğru söylüyor.