Ne kırk katır, ne kırk satır; akıl ve haysiyet!
Hürriyet'te Doğan Hızlan'ın, şu meşhur intihar hadisesi üzerine işin arkaplandaki sorumlularını didikleyen bir yazısını okudum: "İdollerin felsefesi olmalıdır" başlıkla yazıda sayın Hızlan, yeni düzende çocuğun aileden soyutlanmasından, yalnızlığın gençler için taşınması çok ağır bir yük olduğundan, evlatlarımızı düşünce üretemez hale getirişimizdeki sorumluluğumuzdan bahsediyor; doğru tesbitler bunlar ama sözü öyle bir yere getirip bırakıyor ki, tesbitlerindeki isâbet kumdan yapılmış bir şato gibi dağılıveriyor âniden . Sayın Hızlan'a göre gençler, içinde bunaldıkları boşlukta biryerlere tutunmak amacıyla bir "idol" seçiyorlar (İdol'ün ilk anlamı put ama çok sevilen, kendisine hayran olunan bir kişi anlamına da geliyor) ama bu "idol"ün ardında bir felsefe bulunmuyor. "Sonradan zenginleşmiş yeni semtlerde tek bulunmayan şey kitabevleridir" derken , "kitabı sadece ders aracı olmaktan çıkarmadıkça, onlara hayatı algılayacak bir edebiyat, sanat kültürü verilmedikçe, onların sözlüğünde mutluluk kelimesi yer almaz" diye şikayet ederken son derece haklı Sayın Hızlan ama "Gençlere idollerini seçerken, onlara seçenek sunuyor muyuz (...) İdol olarak onlara bir bilim adamını, bir sanatçıyı, bir edebiyatçıyı, bir klasik müzikçiyi gösterdik mi?" derken bana göre yanılıyor. Ardında felsefe barındırmak şartıyla bir "idol"e tutunmanın hayatı yaşanabilir kılacağı mâlum ama doğru mu? Asıl doğru olan şey, gençlere "idol"leri hızla aşabilecek ve ardındaki felsefe hakkında bizâtihi yorumda bulunacak donanımı sağlamak değil mi? Bir ilim adamını, sanatçıyı, bir "klasik müzikçi"yi idol edinmenin sağlıklı bir tercih olacağında Sayın Hızlan acaba hâlâ kendinden emin mi? İnsanın asıl misyonu, kendi kudretince hakikati arayanları idol edinmek yerine bizzat hakikat arayıcısı haline gelmek değil mi?
Bu suallere verilecek cevapların büyük ölçüde "dünya görüşü" çerçevesinde şekilleneceğini hissediyor ve bu noktada sadece itiraz etmekle yetiniyorum; ne var ki Sayın Hızlan, "Onları felsefeden koparıp, soyutlayıp sadece birer başarı robotu haline getiren 1980 sonrası yüzeyselliğinin sorumluları, hatalarının cehaletlerinin farkındalar mı?" tenkidinde bulunurken problem "yansıtma"nın çok bilinen, beylik kalıplarından birine atıfta bulunmaktan kurtulamıyor; "80 Öncesinde herşey güllük-gülistanlık iken, 80 sonrasına damgasını vuranlar herşeyi berbad ettiler" hükmü, kulağa hoş gelse de pek kaba-saba olmaktan kurtulamıyor ve üstelik 12 Eylül'ün mimar ve müteaahhitlerine, aslında onlarda bulunmayan bir "tersine mârifet" hamletmekle insaftan ayrılıyor.
Doğan Hızlan, asıl değerlendirme hatasını son paragrafında yapıyor: "Ne yazık ki güce ve paraya dayalı Amerikan kültürü -onu da yanlış ithal ettik- işte bu tür intiharları körüklüyor. Cumhuriyet rejiminin en büyük ideolojisi, Avrupa kültürünü, onun değerlerini seçmiş olmasıdır. Biz bunu özümsemeden Amerikan Rüyası görmeye başladığımızdan, daha karaya çıkamadan okyanustaki köpek balıklarına yem oluyoruz". Avrupa kültürünü doğru dürüst hazmedemeden Amerikan kültürünün yarım-yamalak iktibasını tenkid etmenin de mantıklı bir tarafı var şüphesiz ama sayın Hızlan'ın acı istihzâsı, son tahlilde intihar eden çocukların duvara yazdığı o yaman suali yine açıkta bırakmış olmuyor mu: Onlar "biz buraya ait değiliz" diyerek intihar etmişlerdi. Acaba şu Avrupa kültürünü adam gibi hazmetmiş olsalardı, mesele halledilmiş mi olacaktı?
Avrupa kültürü mü, Amerikan kültürü mü? Doğruyu seç kurtul; peki "bizim kültürümüz"ün i'râbdan mahalli nedir sayın bay? Şu zavallı neslin bütün kabahati ve zaafı Avrupa yerine Amerika'dan yalan-yanlış "rüya" ithal etmek mi? Üstelik Amerikan kültürü, Avrupa kültürünün "fast-food" torunu olmak itibariyle aynı menşe'ye bağlı sayılmaz mı; bu tenkidin "kırk satır mı, kırk katır mı?" paradoksundan ne farkı var?
Bu paradoks içinde şahsen ben kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum; ama başka tercihlerim var şüphesiz. Belki de o zavallı çocuklar, bir başka tercihle karşılaşma şansı bile bulamamışlardı.