"Ne kadar demokrasi, o kadar ekmek!"
Türk basınında yayınlanan yorum ve köşe yazılarının kaçta kaçı doğrudan veya dolaylı olarak "devlet", yani kamu alanı ile ilgilidir acaba? Herhangi bir gazete nüshasında basit bir tarama yapılarak bu sorunun cevabı bulunabilir. Benim tahminime göre on köşe yazısının dokuzu "kamu"yla ilgili.
Eminim ki rical-i devlet bu istatistik sonuçlarından pek hoşnut kalacaklardır; ama aykırılık gözden kaçmayacak derecede büyük; devlet, müsbet veya menfi icraatıyla gündemin neredeyse tamamını tek başına işgal ediyorsa, günlük yazısını yazmak üzere masaya oturan köşe yazarı, muhayyilesini ne kadar kamçılarsa kamçılasın eninde sonunda meselenin bir ucunu devletle ilintilemeden hüküm cümlesine varamıyorsa o kamu düzeninde devlet, topluma ait olması gereken alanı pek kaba bir vücut diliyle dolduruyor demektir.
Devlet, dünyanın her yerinde ve her zaman güçlü, mütehakkim ve ceberut yapılanmalar gösterir; keza insanlar da devletlerinin "güçlü" görüntü vermesinden hoşlanır, hatta gurur duyarlar. Türkiye'deki durum dünya vasatisinin biraz üstünde: Kahve sohbetinde bile devletin şöyle veya böyle geçmediği bir konuşma cereyan etmiyor. Halbuki Türkiye artık dünyaya, özellikle Batı dünyasına açılan bir ülke; dünya görgüsü artık devletin doğrudan değil, çok dolaylı olarak varlığını hissettirmesi gereği üzerinde ittifak ediyor. Milletler arası hukuk eskisine göre küçülmüş; ama güçlü, gücünden emin olduğu için gerekmedikçe ortalıkta görünmeyen bir devlet yapılanması standardını öğütlüyor. Türkiye, "muasır medeniyet seviyesi"ne erişmeyi milli hedef haline getirdiğinden beri "muasır dünya"yı ciddiye alıyor; ama devleti, eskiye göre küçültecek, bunun yerine topluma yer açacak gelişmelerden son derece tedirginlik duyuyor: "Evet demokrasi iyi şey, güzel şey; ama demokratikleşmeyi Batı standartları ölçüsünde geliştirmek milli birlik ve bütünlüğümüze zarar verebilir." düşüncesi, yüksek katlarda hayli yaygın endişe halinde; hatta işi, "Biz demokrasiye, II. Dünya Harbi ertesinde ezeli düşmanımız SSCB'ye karşı müttefik bulmak için geçmiştik; yorgan gitti, kavga bitti; bizim ideolojimiz var, fazlası da gerekmez." noktasına kadar götürenler de yok değil.
Demokrasiyi bir nevi "olağanüstü hal rejimi" gibi görenler, Büyük Millet Meclisi'ni devletin bir uzvu zannedenler, ikibinli yıllarda Türkiye'ye yumuşatılmış bir tek parti rejimini reva görenler paranoyaları ile halleşedursunlar, "muasır dünya" ve "muasır medeniyet seviyesi" kendisine yeni bir dünya kuruyor ve bu dünyaya sırt çevirmekle biz Cumhuriyet'i kuran iradenin en anlamlı mirasını reddetmiş oluyoruz. Doğrusu "muasır dünya"yı görmezden gelerek sığınabileceğimiz asude bir liman kalmadı. Tekstilciler, turizmciler, "ne kadar demokrasi, o kadar iş hacmi" diye feryat ederken, kendi yağıyla kavrulup gitmesine asla imkan olmayan bir iktisadi entegrasyon içindeki Türkiye'nin başka tercihi de kalmıyor. Belki biraz geç olacak, belki bu esnada biraz enerji ve kaynak israfına uğrayacağız; ama fazla geçmeden yeni dünya içindeki yerimizi de alacağız ve bu esnada devlet kaçınılmaz bir şekilde toplum aleyhine kapladığı alanlardan asli yerine çekilmek zorunda kalacak. Eğer Türkiye bu süreçte doğru siyasetler uygulayıp üretimini artırırsa elbette küçük; ama güçlü bir devlet cihazına sahip olacak: "Demokrasi neyimize, gül gibi tek parti fikriyatı bize çok bile" fikriyatına uyup suları yukarı akıtmaya kalkışırsa bu defa küçük; ama güçsüz bir devlet cihazıyla yetinmeye mecbur kalacak.
Öyle zannediyorum ki devletin toplum aleyhine kapladığı alanlardan asli yerine çekilmesi, belki de Türk tarihinde ilk defa fiktif "toplum sözleşmesi" fikrine en fazla yaklaştığımız noktayı teşkil edecek. Zira bu defa demokrasiyi devlet seçkinleri, intelijansiya veya burjuvazi değil, halkın kendisi istiyor.