Ne gülüyorsun: Anlattığım senin hikâyen!
Televizyon tartışmalarının hâlâ seyirci toplaması beni şaşırtıyor; düşünürken fark ettim ki televizyon seyircisi bu tartışmaları, "bir şey öğrenirim, tartışılan konu hakkında bilgi sahibi olurum, kitap karıştırmakla elde edemeyeceğim pek çok ayrıntıyı konunun uzmanlarından öğrenirim" hesabından ziyade, "kim kimi nasıl mat edecek?"
heyecanıyla takib ediyor. Kısacası tartışanlar, tartışmak için tartışıyorlar; seyredenlerin kârı ise adrenalin yükselmesinden hâsıl olan heyecan lezzeti.
Bir seviyeli tartışmaya, gereğinde müdahale etsinler veya fikirlerini söylesinler diye seyirci çağırmak ne anlama geliyor? Türkiye'de birden fazla insanın bir araya gelerek ortaya koyabildiği en anlamlı topluluk Galatasaray futbol takımıdır. Sürüncemede kalması istenen işlerin, çok mânidar bir tercihle "komisyon"a havale edildiğini unutmayalım. Tartışmaların "tribün" önünde yapılması, futbol maçı, horoz dövüşü, taek"won do müsabakası cinsinden "seyrinden haz alınan" bir gösteri haline getirilmesi arzusundan doğuyor; halbuki tribünlerin susması gereken yerler ve zamanlar da vardır.
Televizyon tartışmasını adam gibi usûlü ve erkânıyla yapanlar da var, ne var ki bu piyasada kötü, iyiyi kovuyor; sadece hâlis fikre ve gerçeğin ortaya çıkarılmasına dayanan programların şansı neredeyse yok gibi. Belgesel film yaptırmanın veya yayınlamanın şövalyelik, hatta divânelikten addedildiği bir televizyon medyamız var. İyiye ve seviyeye rağbet kalmadı. Şairin, "Eğer çi köhne metâız râyicimiz yoktur / Râyice de o kadar ihtiyâcımız yoktur" dediği yerdeyiz. Vaktiyle televizyon yayıncılığında seviyeyi, kaliteyi ve fikrî hamûleyi temsil eden ve o istikamette çok başarılı yayın yapan bir televizyon vardı; bir süre önce rahmetli oldu ve sair rakiplerinin kulvarına girmek zorunda kaldı. İnsaf ile söylemek lâzımsa bizim gibilerin seyrinde lezzet bulacağı bir televizyon kanalını yaşatmak için, ensesi bükülmez cinsinden babayiğit bir sponsor firma lâzım; zira televizyon seyircisi denilen o garip insan cinsi, galiba seviye dediğimiz şeyi dayanılmaz buluyor. Televizyonda çok seyirci toplayan ilk otuz programın sosyal psikoloji açısından muhtevâ tahlili yaptırılsa, neticede seyircinin âcilen klinik tedavi altına alınması gibi bir sonuç çıkarsa kat'iyen şaşmam.
Gerçekten iyi olanları kaçırmak bahasına çâreyi, televizyonda tartışma programı seyretmemekte buldum; uzaktan kumanda cihazını icad edenler ve üstüne üstlük bu küçücük şeye kapama düğmesi koymayı akıl edenler sağolsun; hiç değilse çekilmez raddelere gelen saçmalıkları, kapat düğmesine basarak cezalandırabiliyoruz. En ciddi ve aslî ihtiyaçtan saydığımız haber kuşaklarına bile bir haller oldu; en güzel saçmalayan arslan payını kapıyor. Mesleği, efsânevî BBC stüdyolarında öğrenenler bile günaşırı habercilik prensiplerinin canına okuyarak "enkırmen" koltuğunda tutunabiliyorlar. Ne günlere kaldık; CNN Türk de olmasa hani...
Geriye kalıyor TRT. TRT bizim şirketimiz; çünkü onu, bize hiç danışılmadığı halde vergilerimizle finanse eden biziz, Yeni yayın döneminin henüz mürüvvetini görmedik. Bilmem kaç bin kişilik bir personel hantallığı ve ancak totaliter rejimlerdeki bakanlık binalarını andıran hizmet binası ile bu bürokratik yapıdan iyi yayıncılık beklemek zor; çünkü TRT, hiçbir şey yapmasa bile bu hantal vücut dili ile "halka rağmen" mesajı veriyor (tabii at yarışı ve loto meraklıları hariç).
Eşiğinde durduğumuz yüzyıl, çılgın haberleşme endüstrisinin çok kan döktüğü bir zulüm asrı olmaya aday. Televizyon seyircisi profilimiz tam da çocukluk çağından çıkıp erginleşmesi beklenirken, tüketim kültürünün arabesk kanadına takılıp kalan bir "bağımlı" olup çıktı. En iyi filmlerin, en güzel belgesellerin ve en kaliteli yapımların neredeyse seher vaktinde lütfen ekrana getirilmesinin çıtlattığı bir nükte var. Kaliteyi âdeta ifraz etmek, bünyede tutamamak hiç de hoş değil.
Televizyon ekranlarında seyrettiğimiz galiba kendi sûretimizdir; görmeye dayanamadığımız.