Ne demek Anadolu Hümanizmi?
Geçenlerde küçük partilerden birinin lideri, herhalde diğerlerinden farkını izah etmek için olsa gerek, partisinin temsil ettiği hareketi "Hümanizm" kelimesi ile özdeşleştirerek tarif etti. Öteden beri Hümanizm, okumuşundan yarı okumuşuna kadar gerçek mânâsı pek bilinmeden uluorta kullanılan talihsiz kavramlardan biridir. Bu yanlış kavrayışın temel sebebi, Hümanizm'in anlam katmanlarından en yalapşap ve en harcıâlem olanının, yani "insan sevgisi, insana saygı göstermek" karşılığının bilinmesi ve tercih edilmesidir.
O zaman, "adı geçmeyen" o parti liderinin Hümanizm sözünü nasıl ve hangi anlamda kullandığına daha yakından bakalım,
"... ... düşüncesi, Anadolu hümanizmidir. O nedir? Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş ile başlayan ve Atatürk ile devletleşen Anadolu hümanizminin çağdaş değerlerle kucaklaşarak devletleşmesidir. Biz bunun takipçisiyiz. Ben ne solcuyum ne sağcıyım. Benim siyasetim bunların birikimidir. Biz Anadolu hümanistiyiz. Anayasamızın ikinci maddesinde gösterilen istikamette sosyal demokratız. Ama ideolojik manası yok. Anadolu hümanizmi, çağdaş değerlerle kucaklaşmasından doğan bir sosyal demokrasidir."
Aslında bu politikacının ne demek istediğini anlamak o kadar zor değil fakat Hümanizm kavramını matah bir şey zannederek bir paragraf içinde tam dört kere tekrarladığı için kısaca "milli ve manevi değerleri, çağdaş değerlerle adam gibi uzlaştırmak istiyoruz" diyeceğine, bilmeden başka şeyler imâ etmekten kaçınamıyor.
Öyleyse Hümanizm'in ne olduğuna ve ne olmadığına eğilelim. Önce tesbit etmemiz gereken şey, Hümanizm'in muhtelif anlam katmanlarından meydana gelmesine rağmen "Doğu hümanizmi, Batı hümanizmi" şeklinde tasnif edilemeyeceğidir. Bu bâtıl görüşü kısaca özetleyelim: Hümanizm başlangıçta her şeyin insandan sâdır olduğu fikrine dayanır; öyleyse Tanrıya ihtiyaç yoktur. Tabiat, insanların ayaklarına serilmiş bir tarladır ve insan onu tasarruf etmeyi öğrendiğinde her ihtiyacına karşılık bulabilecektir. Buna mukabil bizde revaç bulan (doğulu, Anadolulu) hümanizm tarifi şöyle: Bu hümanizm, insanı onun yaratıcıya olan acziyetini düşünerek insanlığı sevmektir. Nitekim Mevlana "ne olursa ol, gel" derken, Yunus Emre "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü" derken işte bu türlü bir yerli Hümanizmin temellerini atmış olmaktadır. Yaratıcıyı sevmekten kaynaklanan bir sevgidir bu.
Ve sosyal bilim literatüründe böyle bir Hümanizm yer almamaktadır!
Hümanizm'in doğru tarifini Cemil Meriç'ten (Kırk Ambar) dinleyelim öyleyse:
"İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizmden Egzistansiyalizme kadar Avrupa'nın tüm düşünce akımları Hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: Demokrasi gibi, Sosyalizm gibi. Hümanizm genç bir kavram, batı dillerini 1850'den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus'lar, Mevlana'lar, Hacı Bektaş Veli'ler su katılmamış birer Hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok."
"Kelimenin iki ayrı manası var : 1) Antikite hayranlığı. (...) Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı. Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. (...) Nas'ların çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hem de tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. (...) Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle tanınmaz hale gelen Hıristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır. (...) Hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir. Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, "tabiatta Tanrı yoktur, Tanrı'yı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gökkubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir", dedi; kimi, "insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir"; ne Rab ne ibad. İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. (...) Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. (...) Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. (...) Katolik bir tarihçi, "Hıristiyan hümanizmi, Yunanlıların dini ideali ile İncil arasındaki kaynaşmanın eseridir, diyor."
Bu noktada başa dönersek denilebilir ki, "bir partinin lideri, gelecek sene yapılacak seçimlerde diğerlerinden farkını vurgulamak için Anadolu Hümanizmi diye bir garip kavram icadetmiş. Üzerinde durulmaya değer mi?"
Değer, çünkü bu parti lideri, "Ben tasavvuf tarihi ve felsefesi profesörüyüm. İşim bu benim, ben hukukçuyum. Bunu benden iyi bilecek bir adam bu coğrafyada yok." diye hayli üst perdeden böbürlendikten sonra işi getirip 'Anadolu Hümanizmi'ne bağlayacak derecede özgüven sergiliyor. Özgüven gösterisi, kalabalıkları etkileyen bir duruştur; buna itirazımız yok ama bu duruşun arkaplanını hakkıyla doldurmak kaydıyla.
Ve son olarak 13. yüzyılın Anadolusu'nda yükselen İslâmî pırıltının ismini niçin 'hümanizm'le bağdaştırma ihtiyacı duyduğumuzu tahlil edelim; İslâm kelimesi, bu olguyu çerçevelemekte ne zamandan beri yetersiz kalıyor ve hangi küçüklük kompleksiyle "İslâm" sıfatını gözlerden nihân etmeye kalkışıyoruz?
AKLINIZDA BULUNSUN: ANAMIN AŞI, TANDIRIN BAŞI
Halkbilim araştırmacısı Eczacı Müjgan Üçer, yıllardır sürdürdüğü sabırlı ve titiz derlemelerini "Anamın Aşı, Tandırın Başı-Sivas Mutfağı"(*) adıyla yayınladı. Sivas ve yöresindeki yemek kültürünü tanıtan bu araştırma, o bildiğimiz yemek tarifi kitaplarından değil; Anadolu'da yemekle ilgili herşeyin, her geleneğin, malzemenin, kabın ve âdâbın tarihî derinlik içinde nasıl mayalandığını ve şekillendiğini anlatan bu eser, yemekle insan arasındaki ilişkiyi de başarıyla resmediyor. Bu ilişkinin en iyi gözlemlenebileceği yerlerden birisi de Sivas; çünkü bu yöre, tarihî yolların göç istikametlerinin kavşağında yer alması bakımından sadece kendisini değil, yakın ve uzak çevresini de izah edebilme kabiliyetine sahip.
Kitabı, İstanbul'da Sivas'la ilgili birikimi kahramanca bir kararlılıkla yayınlayarak adım adım bir "Sivas Kitaplığı" kurmaya başlayan Mehmet Varış yayınladı ve "Kitabevi" adı, daha şimdiden saygıdeğer bir kültür markası haline gelmiş bulunuyor.
Yazarına ve yayıncısına, kültürümüz namına şükranlarımızı sunarız.
(*) Müjgan Üçer, Anamın Aşı Tandırın Başı- Sivas Mutfağı" Kitabevi, İstanbul, 2006, 770+52 s.