Ne biçim "uzun hikaye" bu arkadaş?
Mustafa Kutlu'nun "Uzun Hikayesi"ni tezgahta görünce içim ısındı; hani eski arkadaşların evlatları büyür, günün birinde üniversite okumalarına gidip baba ocağından uzaklara düşerler de bir öğleden sonrası "amca"larının elini öpmeye gelirler ya; işte öyle bir sıcaklık; bir "yeğen" muhabbetine benzer bir şey yani. Vakıa duymuştum, medhini okumuştum: Kutlu'nun hikayeciliği "müseccel marka"; hikayeciliğimizin yüz akı. Bize dair hallere bizim kelimelerimizi giydiren adam; bir hal ustası.
O da ne! Ben o fotoğrafın bütün copyright haklarının bana ait olduğunu sanıyordum; ne çabuk unutuvermişim? Evvela bir güceniklik gelip geçti, "Yahu insan bir telefon açıp da iki satır kelam selam ile müsaade isteyemez miydi?" Kapakta hala çocukluk tasavvurlarımdan bir sahneyi aksettirdiği için bizim aile albümünden yürütüldüğünü zannettiğim o şahane fotoğraf. Uzak, ücra ve gözlerden nihan istasyonlarından bir küçük istasyon; 45 binlik lokomotif rampadan yeni kurtulmuş olmanın hışmıyla oflayıp puflamada, belli, terini soğutup birkaç ton su içtikten sonra yine vuracak yollara. İstim buharının muğlaklaştırdığı kadrajda "ne mendil, ne de bir kol" müşahede edilmediğine göre kimsenin inip-binmeye tenezzül etmediği kıytırık istasyonlardan biri. Resmin sağ tarafında trenin son vagonuna doğru seğirten bir çocuk görünüyor; bu benim işte. Tam hatırlamıyorum acaba uçurtma için kınnap ipi mi ısmarlamıştım, çakı mı, yoksa Tommiks'in yeni sayısını mı; koşmaklığımın sebebi o merak: Geldi mi, gelmedi mi?
Aynı fotoğraf, "Arkakapak Yazıları"nda da vardı. Hani o "bütün demiryolu çalışanlarına ve bütün buharlı tren aşıklarına" adanan o, "5402" isimli müthiş hikayenin başladığı sayfadaki fotoğraf. Benim için yazıldığını biliyordum; resmi sahiplenişim o yüzden. İyi de bu Sedat Tosunoğlu kim birader; ne zaman çekmiş resmimi de gizliden verivermiş Kutlu'ya, kitabının kapağına koysun diyerek?
İnsan, diyelim ki bir lokantada yeğenini görür de yemeğini ısmarlamaz mı? Kitapçıya, "Bunu da sar." demedim; diğer kitapların sarılmasına müsaade ettikten sonra "Uzun Hikaye"yi cebime koydum. Kitapçı meraki idi; bir taharri memurunun tecessüsüyle baktı. Keyifle, "Onu paketlemene gerek yok." diye cevap verdim, "Yolda yiyeceğim de!"
Akşam evde okurum diye düşünüyordum. Yatsıdan sonra gecelik entarimi giyerim, tahrir vazifemi bitirir biraz da ertesi günün dersine bakarım, ardından gelsin keyif, gelsin keyif! Açarım Uzun Hikaye'yi, içine düşerim; bilirim yine beni anlatmıştır mutlak: Ne mümkün efendim? İkindiye kalmadı "Uzun" hikaye bitiverdi. Hani sırf şirretlik olsun kabilinden "Ne biçim uzun hikaye bu, fırt diye bitiverdi!" diye mızıkçılık etmek var ya inanın aklıma gelmedi. Sulugöz biri değilimdir; bir de baktım ki gözüme toz kaçıvermiş. "Tüh sana be; bir de koca adam olacaksın; nedir o Hıçkırık filminden çıkmış enstitülü kızlar gibi hislenişler filan; yakıştı mı şimdi?
Öhhö öhhö!"
Benim bir kötü huyum vardır, kimseler bilmez: Bazı yazarları kıskanırım; çünkü benden iyi yazmışlardır, benden önce akletmişlerdir, o müthiş terkibi benden önce sezmiş, som atına gömülmüş elmas parçası gibi ustalıkla tam da yerine yerleştirebilmişlerdir ve gayet tabii ki buna hakları bulunmamaktadır.
Kıskandıklarımı severim; çünkü bana öğretirler. "Nasıl yazıyorsunuz?" diye başıma sorgu-sual melaikesi kesilen genç okuyucularıma ipucu. Kıskandıklarımı severim; çünkü benim muallimim onlardır. Bak sen bak, bir sazan balığının "oltayı gere gere gelmesi" ne demek; hele "savrulan kar tanelerine büyülü ışıklar düşürmek" de nedir bire? Yahu Mustafa Kutlu, sen bizi cümleten tıfl-ı ebcedhan mı edeceksin; Kemal Tahir'in babayani söyleyişine sığınarak kahırlanalım bari; "Bu yazmaklar, nasıl bir yazmaklar arkadaş?"
Okuyucu ister ki, "Uzun Hikaye"nin mevzuunu ucundan kenarından çıtlatayım; kusura bakma aziz okuyucu, yapamam. Meseleyi açık ettiğim için kitabın satışı düşer de Mustafa Kutlu orta gençlik eyyamında milyarder olma şansını kaçırır diye değil; nasıl olsa bizim cenahta kitap te'lifiyle ihya olmuş yazarı tarihler kaydetmedi henüz; yazarı düşündüğüm için değil efendim, sizi düşündüğüm için bunu yapmayacağım; çünkü sizlerin de en az benim kadar aynı lezzeti paylaşmanıza mani olmak istemem. Üstelik şimdi hikayeyi özetlemeye kalkışsam eminim ki, "A, ne var bunda, ben otursam ondan daha güzelini yazabilirdim." diye müşkülpesentlik etmek ihtimaliniz de vardır. Belimi büken de işte bu değil mi dostlar? O nasıl yazarlık ustalığıdır ki, okuyucuyu bayram şenliğine gitmeye hazır ilk mektep çocuğu gibi elinden tutup hikaye sayfaları arasında açılan büyülü bir menfezden bilinmedik memleket köşelerine götürebilmektedir; ben kıskanmayım da kimler kıskansındır ve ben böyle adamı sevmeyip de kimleri seveceğimdir?
Genç olsaydım; İstanbullu olsaydım ve aklım olsaydı Kutlu'ya derdim ki, "Ustam bu işin sırrını bana da öğret!"; nerde? Lakin, en büyük evladı gelinlik veya damatlık çağına geldiği halde beşik sallamaya hahişkar olanların hevesi sarıverdi beni. Bir gün böyle güzel bir hikaye yazamazsam Mustafa Kutlu'yu asla affetmeyeceğim ve hep kıskanacağım. Şimdi adamın hikayelerini çaktırmadan yeniden tiftiklemeye başladım. Onun gibi yazmak kolay da, satır aralarına yazdıklarının sırrını öğrenmem için birkaç fırın daha çökertmem gerekecek galiba.
Ne diyelim; eline sağlık "usta"; varsın okuyucularından birinin morali bozulmuş olsun, ötekilerin canı sağ olsun!
Mustafa Kutlu, Uzun Hikaye, Dergah y. İst., 2000