Nasıl 'müdür' olamadım?

Emeklilik düşüncesi, henüz çalışmakta olanlara kaymaklı ekmek kadayıfı gibi aziz ve leziz geliyordur da, o dramatik güne azar azar yaklaşanlar, hele burun buruna gelenler için o kadar câzip görünmediğini anlayabiliyoruz az çok.

Erkeğin emekliliği fena; yüzde seksen ihtimâl eve bağımlı kalmak biz erkekler için bir dereceye kadar katlanılır gibi görünüyorsa da evin hanımları için manzaranın çok başka bir anlamı var. Ev dediğin ufacık yer, nereye saklanabilirsiniz ki? Neticede dakika başı hanımların hâkimiyet alanlarını ihlâl etmeniz mukadderdir;

-Bak yine buzdolabının kapağını açık bırakmışsın; biraz da beni düşün, kaç yıldır saçımı süpürge ettiğim yetişmiyormuş gibi...

Veya,

-Kapıları öyle güüm diye çarpma lütfen; yürürken de paat paat diye adım atıyorsun. Yaylada değiliz, komşulara ayıp oluyor; hep ben mi söyleceğim bunları, biraz da sen düşünsen...

Veya,

-Gazete okunduktan sonra güzelce katlanır, yerine konulur. Kitap da kitap rafına. Su içtin, bardağı ortada bırakıyorsun; düşünmüyorsun ki birisi bu bardağı alacak, yıkayacak, kurulayacak, bardak rafına koyacak. Oohh!

En kötüsü,

-Biraz çıkıp hava alsan; belki askerlik arkadaşlarına filan rastlarsın bir yerlerde. Gezmek iyidir, bol bol gez. Bugün arkadaşlarla Öro günümüz var zaten...

*

Geçenlerde bir yerde Ümit (Meriç) Hanım'la karşılaştık; hoş-beşten sonra, "sahi" dedi, "Sizin bir emeklilik planınız vardı. Tahakkuk etti mi bâri?"

Hatırlayamadığımı farkedince nezaketle tamamladı,

-Hani vaktiyle bir kartpostal göndermiştiniz; Karadeniz'de, yemyeşil ağaçlarla dolu bir tepenin eteğinden kılıç gibi yükselen bembeyaz minaresiyle minik bir köy mescidinin fotoğrafı vardı kartta. Arkasına da, "günün birinde emekli olursam, böyle bir camide imamlık ederim" diye yazmıştınız ya... Var mı öyle bir şey?

Tamam, emeklilik iki senedir çantada keklik vaziyetinde bir kenarda beklemekte fakat şimdi ben gidip Karadeniz'de hangi köy camiinin kadrolu imamının ayağını kaydırıp da camiye imam yazılayım? Müşkül iş, üstelik bir imamın ayağını kaydırmak kâğıt üstünde bana hiç de centilmence bir hareket gibi görünmüyor. Aslında mesele değil; üç-beş gün mescide devam edip esas kadro cemaatinin yüz hafızasında yer ettikten sonra,

-İyi adam, hoş adam, sesi fena değil fakat kıraatı bozuk, veya, "Çok temiz adam fakat ilmi yetersiz, geçen gün basit bir mesele sordum, bocaladı", veya daha kötüsü, "yav benim bu adamı hiç gözüm tutmadı; gerçi hiç kötü hareketini görmedim ama bilmem ki..." filan diye ucu açık iftiralar atmak yeterli. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.

Ne var ki, bir şeyi hayâl etmek başka şey; bilfiil tahakkuk ettirmek başka...

Yine de bu fikirden tamamen caymış değilim; manzaralı yerlerde görev yapan imam kardeşlerim ayaklarını denk alsınlar!..

*

Geçen gün çarşı içinde dolaşıyoruz; aa, bir baktım Osmanlı devrinden kalma minik bir kütüphane. Kütüphanenin ismi lâzım değil. Modern binalar arasına sıkışıp kalmış mendil kadar bahçesi, bohça kadar yapısı ile şirin bir yer.

İçimden dedim ki, "Yahu niye mâsum bir imamın ayağını kaydırıyorum ki; bir yığın vebâli var; onun yerine şu kütüphane müdürünün ayağını kaydırırsam daha az günaha girmez miyim?"

Fikir harika, arkadaşıma çıtlattım, kemâl-i ciddiyetle,

-Oo müthiş fikir azizim, dedi, ben biliyorum zaten bu kütüphanenin müdürü yok. Bir hizmetli görürüm ara sıra. Onun arkadaşları uğrar, kuşburnu çayı demleyip içer, sohbet ederler. İçerde zaten öyle ahımşahım kitap da yok ha!..

Kitapsız kütüphane; gençken bu fikir beni dehşete düşürürdü fakat müdür sıfatıyla başına geçeceğim bir kütüphanede ahım-şahım kitap olmaması ne demek? Sorumluluğun yarısını yırtmak demek; dikensiz gül bahçesi, çöpsüz üzüm, zengin fabrikatörün tek kızı!

Kalbim bu müdürlük işine bir ısındı, bir ısındı sormayınız!

Üstelik hayatta hiç müdür olmamışım, şimdi emekli olmak yerine kuytu bir kütüphane binasında müdürlük etmek benim gibi bir yiğide çok mudur?

Tamam vaktiyle memleket gazetesinde yazı işleri müdürlüğü etmişliğim var (kartvizit bile bastırmıştım; "müdür" diye!) ama müdürlük müydü, azaplık mıydı anlayamamıştım. Yer süpürmekten helâ temizliğine kadar yapabildiğim bilumum işleri yapıyor, boş kalan zamanlarda da "başmakale" attırıyordum.

Hayır, sahici bir müdürlük istiyordum ben; kalbimi dinledim; müdürlük ihtirası kavurucu bir alev gibi içimi ısıtıyor, yer yer yakıp yangın yerine çeviriyordu.

Binayı karşıdan seyretmekten vazgeçip, müdürlük edeceğim binayı "şööyle bir hariçten teftiş" etmek için yanına yaklaştım. Kapıya dosya kağıdına yazılı bir not iliştirilmiş:

"Sevkli olduğum için yokum. Tlf: bilmemkaç bilmemkaç!"

Arkadaş kolumu dürttü, "bu senin müstahdem" dedi, "Başkası yok zaten; yarın sen müdür olunca böyle kaytarabilecek mi bakalım?"

Kaytaramazdı tabii; onun çalışmaktan inim inim inletmez miydim ben?

*

Hayallerim iki gün sonra rüzgârı kesilmiş yelken gibi buruşup sarkıverdi. Meğer bu kütüphane binasında bir değil, tam beş memur mevcut görünüyormuş ve müdürlük kadrosu da yokmuş!

"Yapma yav" dedi arkadaşım, "nerden öğrendin?"

-Ankara'da arkadaşlarım var birkaç tane diye homurdandım; onlar benim için araştırdılar...

*

Hâsılı kelâm emeklilik düşüncesi -hele erkekler için- azîm bir endişe kaynağı. Ne yazık ki bizim gibi sıradan işlerle çalışarak emekli olmayı tahayyül eden adamların emeklilik sonrasını planlamak için fazlaca tercihleri bulunmuyor; bazı meslekler öyle değil halbuki, onlar her zaman vatanı kurtaracak birtakım gizli ve açık faaliyetlerlere bulaşıp çalışarak kendilerini işe yarar hissedebiliyorlar.

Tamam ara sıra baltayı taşa vurdukları oluyor ama onların hayal kırıklığı, benim kütüphane müdürlüğü hülyâmın basit gerçeklere toslamasından daha derin değildir herhalde?


Kaynak (Arşiv)