Narkotik ihbar!
İdeolojik saflık desem belki ‘arılık, duruluk’ gibi anlaşılır, hayır safderunluk, idealizmin tavan yapmış hali, hatta düpedüz enayilik. Bugünlerde moda ya, ‘Nerden gelirse gelsin, cinsi, rengi ve mezhebi ne olursa olsun’ her neviden ideolojik saflığın –enayiliğin- duvara çarptığı bir yer ve an vardır; bir zaman ve zemin. Bu kırılma ânı maalesef Berlin duvarının yıkılması gibi, herkesin aynı anda şahit olabildiği genel bir nitelik taşımıyor. Her âkıl insan için bu şahsi bir tecrübe durağıdır; şahsîdir, yeni tabirle ‘öznel’ mi diyorsunuz, işte ondandır. Sizin bu tecrübeyi yaşamış olmanız, herkesin aynı tecrübeden hissedar olmasını gerektirmiyor. Âkıl iseniz günün birinde farkediyor, ‘Aa burada bir duvar varmış, canım acıdı’ diyorsunuz. Kimi ise bütün ömrünü hiç bir sert realiteye toslamadan huzur içinde tamamlıyor ve ne mutlu onlara… (Bkz: Bedevinin biri hacca gitti ve herkesten önce Mekke’ye girip Kâbe’nin örtüsünden tutunarak, ‘Ey Rabbim, insanlar seni sarmadan beni bağışla’ dedi. Cevzî; “Kitabu’l Hamkâ ve’l-Mugaffilin”)
Mavi Marmara projesini geliştiren kişi ve kurumların iki gün önce ‘Bana mı sordunuz’ gibi ani bir dönüşle cami kapısına bırakılması, bir ideoloji olarak siyasi İslamcılığın duvara tosladığı yerdir. Dramatik bir an ve sinematografik anlatımı çok güçlü bir olay örgüsü! Biraz örnek olay zikredelim ki ‘ortaya karışık’ olsun: Bazı milliyetçi arkadaşlar meselâ 12 Eylül’ü takib eden günlerde ortaya saçılan bazı olguları bir araya getirince buna benzer bir sarsıntıya uğramışlardı; fikirleri iktidardaydı ama kendileri içerdeydi, olsundu, önemli olan devletti.
Zaten ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ denilmemiş miydi? Bu esnada birilerinin mapuslara yardım için toplanan iane paralarını, çoluk-çocuğunun gelecek endişesi için fonlamış olması gibi küçük detaylar, büyük ‘dâvâ’ların yanında ne kadar önem taşıyabilirdi ki? İdeolojik telkinin gücü, aynı yaş ve okuldaki iki ülküdaştan birinin bedava koruma görevlisi, ötekinin canı tatlı veliahd şehzade sultan olması gerçeğini bile bastırabiliyordu. Bu ideoloji denilen şey, şimdi tekno-mağazalarda 50-60 liraya satılan sanal gerçeklik gözlüğü veya ‘Vardır, reisin bir bildiği; konuşmasına iyi dikkat etmek lazım’ türünden bir şeye benziyor; bir nevi zihnî uyuşturucu. ‘Ağabey, niçin verdiğimiz her ihâleden yüzde 10 kesip havuza aktarıyoruz, kitapta yeri var mı, helâl midir?’ gibi bönlük derecesi hayli yüksek sorulara, ‘Cihad için, din için, Rızâ-i Bâri için’ cevabı alınca enayiliğin dingin sularında yatışan küçük merakların ideolojik narkotiği.
Bana mı sordunuz lâfının muhatabı her kim ise çıkıp cevabını vermelidir. Benim o günlerde nâçizâne uzaktan duyduğum kadarıyla, sormak ne kelime, proje baştan sona bilgi ve yüksek alâka altında cereyan etmiştir. Bu biraz da rejisörün, batan filmin oyuncularına ‘oynarken bana mı sordunuz?’ diye çıkışmasını hatırlatıyor. Sizsiz filmin ne anlamı kalırdı ki sultânım? (Not: Burada sultan kelimesini galip, muktedir mânâsıyla tercih ediyoruz ama hayret ‘tasallut’un sultan’dan müştak olduğunu doğrusu bilmiyordum; ilginç! Etimoloji büyüleyici bir branş azizim!)
Tık tık, konuya dönüyoruz. Bakmayın siz bir kaç siyasi İslamcı arkadaşın hayal kırıklığına uğramasına; ideolojiler ölmez, onlarda kırk zombinin hayatı soğurma iştihası vardır ve her yeni kuşağa her defasında aynı mavalları aynı kavalla okuyarak kendilerini tazelerler. Bu daracık aralıktan bakınca insan hayatı hakikaten ‘bilenlerle bilmeyenler’ kategorisi arasında basit bir tercih yapmaktan ibaret görünüyor. İdeolojiler, takipçilerine herşeyi biliyormuş psikolojisi kazandırma konusunda yektâdır. Vaktiyle ne güzel bir kafa konforum vardı benim de; ne demiştik? Ahmağa ne mutlu! Öyleyse konuyu yine Cevzî’den bir nükte ile taçlandıralım:
Yemenli bazı kimseler, Müslüman olduklarında cahiliye putlarını kırdılar. İçlerinden Ezdli biri, “Ben kavmimin taptığı taşı hâlâ saklıyorum” dedi. “Onu saklamaktan ne umuyorsun” dediklerinde şöyle cevap verdi, “Yarın ne olacağı bilinmez!”