‘Naif’ bir helâllik meselesi
‘Naif’ kelimesi artık Türkçeye yerleşti. Türkçenin zenginliğini savunan biri olarak elbette dilimizde yerli kelimelerin çoğunluk teşkil etmesini isterim ama yabancı dilden gelen kelimelere karşı düşman değilim. Dilimizde öyle kelimeler var ki, bir başka menşeden geldiğini unutmuşuzdur; meselâ ‘pantolon, pasaport, iskele, iskelet, iskemle, dümen, tablet, tablo ve daha niceleri… Arapça ve Farsçadan Türkçeye misafir edip dilimizin ses âhengine uydurduğumuz kelimeler ise hesaba gelmeyecek kadar fazla.
‘Naive’, Latince kökten batı dillerine serpilmiş bir kavram. Batı dillerindeki karşılığı şu anlamlara geliyor: Toy, tecrübesizlik, saf, ağzı açık [kalmak], çaylak, çocuksu, bön, denenmemiş, sade, tabii halinde iken öylece kalmış olan.
Bu kelime dilimize önce bir sanat tarihi kavramı olarak girdi. Hiç akademik eğitim almadığı halde iyi resim, beste veya heykel yapabilen insanları nitelemek için kullanılırken sonradan olur-olmaz yerde revaç buldu ve isabetsiz kullanımları arttı. Artık galatı, yani yanlış kullanışları lügat karşılığını geçerek ‘fasihleşti. (Bkz. Galat-ı meşhur, lugaat-ı fasihten evlâdır!)
Kelimenin en doğru karşılığını şu terkipte görebiliriz: Naif sanat.
Görüldüğü gibi naif kavramına muhtaç değiliz; onu rahatlıkla ikame edebilecek hayli kelime var dilimizde. Öyleyse niçin naifi tercih ederiz? Galiba biraz bilgiç görünmek, akademik lisana vukufiyeti hissettirmek ve kullandığımız kelime kadrosuyla karşı tarafta saygı uyandırmak için olmalı.
Naif bir politikacı
Demek değil ki, naif hiç kullanılmamalı; bu kelime olmadan tek kelimeyle kısa yoldan tarif edemeyeceğimiz durumlar da var.
Meselâ şu gün itibariyle hâlâ kâğıt üstünde başbakan görünmekle birlikte bir hafta sonra makamına veda edeceği kesinleşen Sayın Ahmet Davutoğlu, ‘naif’ bir politikacıydı denilebilir; elbette ‘bön, çaylak, ağzı açık kalan gibi anlamları dışarda tutuyorum; o, daha ziyade saf, denenmemiş, fıtratını değiştirmeden muhafaza eden, hatta biraz da çocuksu anlamlarında naif bir politikacı oldu.
Gönül kıran o kadar çok şey var ki…
Bende bu hissi uyandıran en güçlü işaret, onun bir nevi iç hesaplaşmasını açığa vurduğu veda konuşmasındaki şu cümledir: “Bize oy vermemiş vatandaşlarımıza da sesleniyorum. Ola ki gönlünüzü kıran herhangi bir söz bizden sâdır olmuşsa haklarınızı helâl ediniz!”
‘Naif Sanat’ kavramından sonra bu kelimenin en isabetli kullanımını, yukardaki cümle çerçeveliyor. Naiflik işte budur.
Bu sözleri canlı yayın esnasında duyduğumda, ‘Ben helâl etmiyorum’ cümlesi döküldü ağzımdan. Yalnızdım, sesli konuşmak için bir sebep yoktu ama sanki duyurmak ihtimâli varmış gibi o tepki cümlesini seslendirdim. Şimdi de sebebini izah edelim.
Helâllik ha…
Ben Sayın Davutoğlu’na –vaktiyle beğeniyor olmakla beraber- başbakan olarak hiç oy vermedim; partilisi, taraftarı, sempatizanı değilim. Eğer sadece sempatizan veya partililerinden helâllik dileseydi mesele yoktu fakat madem ki ‘bize oy vermemiş vatandaşlar’ı da hesaba katarak helâllik diledi, fikrimi söyleyebilirim.
Bir ferd-i vâhid, sıradan bir yurttaş, Sayın Davutoğlu’nun başbakanlığı esnasında ister-istemez onun yönetimince alınan kararlardan bir şekilde etkilenmiş bir vatandaş olarak kendimi yokluyorum ve diyorum ki, “Hayır, eğer zerre-miskal hakkım size geçtiyse onu helâl etmem ve her iki dünyada da bu hakkımdan vazgeçmem.”
İncindim, darıldım, gücendim
Sebep listesi hayli uzun ve kabarık; Onun zamanında çevresinde örnek insan diye tanınan pek çok bigünâh, mâsum, mazlum insan gadre uğratıldı, devlet güçleri tarafından mikrop muamelesi yapıldı. Komşuları, akrabaları, çalışma arkadaşları, hatta bazen eşleri tarafından cüzzamlı imiş gibi iteklenip yargılanmadan mahkûm edildi.
Onun zamanında vergilerimizle ayakta duran Anadolu Ajansı, TRT gibi kurumlarda, neredeyse her saat başı bu insanlara yönelik kasıtlı yayınlar yapıldı ve hâlâ ısrarla sürdürülüyor. TRT’nin en mâsum ve apolitik kanalı sayılmak lâzım gelen TRT-Nağme’de saat başı verilen her bültende ‘Paralel yapı, PDY, terörist, FETÖ’cü gibi tabirlerle mâsumiyet karînesi ritmik tempoda çiğnendi. AA, ‘bir millî haber ajansımızın simgesi’ olmaktan çıkıp iktidar çevrelerinin propaganda bülteni haline soktu kendini.
Bir kısmıyla beraber çalıştığım yüzlerce insan, onun başbakanlığı döneminde uygulanan devlet politikalarının yansıması eseriyle işinden oldu, tartaklandı; bunlardan bir kısmı gözaltına alınıp tutuklandı; evlerinde aramalar yapıldı. Bayram, Ramazan, mübarek gün demeden hınçla gadre uğratıldılar. Serbest bırakılacakları biline biline, sırf ‘canları acısın’ diye takibatlara mâruz bırakıldılar.
Ekranlar bir gecede karartıldı, uyduların fişi çekildi. Şirketler basılıp didik didik arandı. İpek medyası ve sair şirketleri, mal varlıkları göz göre göre müsadere edildi. Bu insanları biraz tanıyorum, İçlerinden çoğu, belki de almış oldukları dini terbiye iktizasınca haklarını helâl ederler ve bunu duysam şaşırmam. (Nitekim Akın İpek helâl etti.) Başkalarına karışmam ama ben etmem; edersem kendimi tekzip etmiş olurum.
En yakın misâl olmak üzere 20 yıldan beri yazarı olduğum Zaman gazetesi binası, baskı tesisleri, araçları, dağıtım şirketi, haber ajansı ile polis refakatinde el konuldu. Çalışanlar itilip-kakıldı, kendi evlerinde incitildiler. Bir başarı markası olarak Anadolu çocuklarının gurur, yüz akı Zaman gazetesi şu günlerde kayyım tarafından kapatılıp kapısına kilit vurulacak ve galiba demirbaşları haraç-mezat satılacak.
Hepsinden daha beteri, Zaman gazetesinin terörle ilintilendirilmesi idi.
İncindim, darıldım, küstüm, gücendim…
Size hakkımı nasıl helâl edebilirim sayın başbakan; size bu, mâkul bir talep gibi görünüyor mu?
Veya bir algı arızası…
Öyle görünüyor olmalı. ‘O naif bir politikacı’ derken tam da bunu kastediyorum ve bu esnada galiba önemli bir noktayı atlıyorum: Sayın başbakanın gözünde ‘bazı insanlar’ yok hükmünde zaten. Belki, televizyondan hitap ettiği Türk halkı içinde, bilerek veya dolaylı olarak adam yerine koymadığı bir kitlenin varlığını hesaba katmıyor anlaşılan. Onlar doğuştan mikrop, insan altıyla hayvandan bir tık yukarda bir yaratık. Vatandaşlık hukukuna sahip olmak, onlar için asla düşünülmeyecek bir lütuftur!
Durduğu yerden öyle görünüyor olmalı; yoksa hangi samimi tavırla helâllik isteyebilirdi ki?
Şaka gibi
Konuşmalarında sıkça tasavvuf büyüklerine atıfta bulunan, hamâset kitabının dallarını kıran, mukaddesleri ve dini değerleri sahiplenen, her iki omzunun üstünde yaptıklarını kaydeden ‘Kirâmen kâtibîn melekleri’nin varlığını hissederek politika yaptığını düşünüp ne kadar düzgün bir adam olduğunu dile getiren birinin, artık ayyûka çıkmış bir adaletsizliğin mazlumlarını görmezden gelmesi mümkün olabilir mi?
Onun naif bir politikacı olduğunu düşünüyorum; aksi takdirde konuşmalarında sık sık, -sanki dalga geçer gibi, ülkesinde olup-bitenlerden hiç haberi yokcasına- insani ve demokratik değerlerden, basın hürriyetinden, güçler ayrılığı ve hukuk devletinden bahsetmesi mümkün olabilir miydi?
Bu tutarsızlıkta naif, çocukça bir kavrayışın eserleri var ve gerçeklerden bu kadar kopuk olması başka sebeple izah edilemez. Kendisine oy vermeyenlerden helâllik dilemesi de aynı gerekçeye dayanıyor olabilir.
Naif demiştim ya, galiba en isabetli teşhis budur: Şaka gibi!
Başbakan, sistemin kralıdır; maiyet memuru değil ‘Haksızlık ediyorsun; onu, başbakanlığı döneminde olup-bitenlerden dolayı itham etmek yanlış, çünkü gerçek iktidar elinde değildi; size zulüm gibi görünen eylemler aslında yargı sürecinde cereyan etti, onun yargıya müdahale etmesini mi bekliyordunuz? Bir yerde yapmaya mecburdu.’ diye düşünenler olabilir. Bu itiraza katılmak, özellikle parlamenter sistemlerde mümkün değil maalesef; zira bu sistemin en güçlü kişisi başbakandır. Kaldı ki, “Fırat’ın kıyısında kaybolan koyunun hesabını Hz. Ömer’den sormak’ edebiyatını dilden düşürmeyenlerin sorumluluğu da açıktır.
Hayır, bazıları konuşmalarını ve insanda sevmek arzusu uyandıran sempatik fiziğini öne sürerek, ‘Onu galiba arayacağız; en azından iyi niyetliydi.’ diye düşünüyor olsalar da bu yaşanan acıları unutturmaya yetmiyor.
Kendi adıma hakkımı size helâl edemiyorum Sayın Başbakan, devr-i iktidarınızda gök kubbemizde hoş bir sadâ bırakmadan gidiyorsunuz.